26 Mayıs 2013 Pazar

charles de gaulle suikasti



fransız kahraman ve cumhurbaşkanı; ihtilal dönemlerinden 20. asrın ortalarına dek pekçok kez rejim değişikliği yaşamış fransanın, beşinci cumhuriyetinin mimarı. hatta bu süreçte alınan başarısızlıklardan sonra, kendisinin köyüne gittiği bile bilinen ama yılmayan bir lider. charles de gauelle.

anlatacağım, charles de gaulle ye düzenlenen başarısız ve trajik suikast girişimidir. 


gaulle'nin cezayir'den fransız askeri ve tüccarını çekmesi üzerine; 1 milyon dolayında fransız evsiz ve işsiz kalmıştı. bundan hoşlanmayan sıradan fransız vatandaşı olan 4 arkadaş, emirleri altındaki  öğrencileri eğitip, ileride yapmayı planladıkları suikast'in ön safhasında görevli tutmuş; gaulleyi adım adım izlemeleri konusunda tembihlemişlerdi.
 bu 4 arkadaş, de gaulle'nin güvenlik önlemlerine ehemmiyet vermeyen bir lider olduğunu bildiklerinden; bir minibüs kiralayarak gaulle konvoyunun izleyeceği güzergah üzerine konuşlandılar. 1 arkadaşları da, tam de gaullenin konvoyu beklenilen sokağa girdiğinde elindeki gazete ile onlara işaret edecek; diğer 4 arkadaşta karşılarına geldiğinde konvoyu yaylım ateşine tabii tutacaktı. 

ancak, bir aksaklık helezonisi söz konusu oldu. zira; de gaulle'nin hem damadı hem asistanı olan bir  adam, trafiğin yoğun oldugu haberini alınca, aracın şoförüne bir başka güzergahı izlemesini söyledi. bu da, suikastçilerin işini aksattı. tam beklemedikleri sırada gelen konvoya olabildiğince ateş açmaya gayret ettiler. bu sırada gaulle'nin ekonomik istikrar sağladığı ülkenin; basit bir orta sınıf ailesi, sıradan bir öğle gezisi için yola koyulmuş; ve bu ateş çemberinin içerisine düşmüşlerdi; bu korkunç olaydan direksiyonlarını kırarak korunmuşlardı. olabildiğince acemi bu suikastçilerin sıktığı onca kurşunun; sadece 14'ü gaullenin aracına isabet etmişti. öyle ki; madam gaulle'nin saraydan çıkarken aracın bagajına koyduğu tavuklar bile, trajik olay sonunda hayattaydı. 

olayı takiben suikastçilerden bir tanesi makam aracını takip etti, ve iki tekerleğini patlattı ancak, başarılı makam şoförü onları atlatmayı başardı ve sağsalim cumhubaşkanını havaalanına yetiştirdi.

sonrasında ise; de gaulle bu olaydan fena halde rantla sağladı.  kendisi fransız sömürgesinden askeri çekmesi üzerine girişilen suikasti lehinde kullanıp; cumhurbaşkanı'nın özlük haklarını genişletti. suikastçilerden ikisini affedip, sadece 6 yıl hapis yatırırken; azmettirici ve makinalı tüfeği olayda kullanan arkadaşlarına acımadı, kurşuna dizdirdi.

william tell kimdir?




Bu kez de size, helvetyalı arbalet okçusu tell’i anlatacağım.  Şu meşhur İsviçreli halk kahramanını. İskoçların wallace’ı, Macarların rozsa’sı gibi..

Kayıtlar onun, yaklaşık olarak 13 ila 14. Yüzyıl arasında yaşadığına işaret ediyor. bunların hemen hemen tümü, İsviçre tabanlı.  Pek çok kültürde gördüğümüz, iyi ve kötü savaşının İsviçre Alplerindeki varyantının tam ortasında konuşlanıyor. Söylemem gerekirse;  tesla mı Edison mu?  Mozart mı Beethoven mı?  Hood mu tell mi? Sorularına sırasıyla; a, a, b yanıtlarını veriyorum. Neden b dediğimi, incelemem altında aktaracağım.

Tell robin hood’un aksine, klasik yay değil de tatar yayı  denen, ortaçağ’ın en iyi fırlatma araçlarından birisi olan arbaleti kullanır. Bu yayın görünüşü ve çalışma prensibi diğerlerinden farklıdır. Diğerini gererek attığınız gibi, omuz hizasında uzatırsınız. Lakin tatar yayı,  sapan atar gibi kullanılan,  karın hizasında fırlatılabilen bir ok tipidir.   Tell, bunu hem yapar, üretir; hem de kullanır.  William tell uri isimli Alplere bakan bir kantonda yaşar. Erken dönem folklörde, çiftçidir esasen. Hatta kimi köylü ayaklanmasında, başı çekmektedir. Öte yandan zenginden alıp fakire veren robin hood’un, sherwood ormanında hala hayatta olan o meşhur meşe ağacının üzerinde  yaveri küçük john ile birlikte konakladığını biliyoruz. 

Kahramanımızın düşmanı, Cermen kökenli vali geslerr’dir. Cermen imparatorluğunun gücünün Alplerdeki yansımasıdır. Öyküye göre birgün vali geslerr, kent meydanına ahalinin kendisine olan saygısını sınamak için, şapkasını astırır. Gelip geçen herkes, şapkaya selam vermekle mükelleftir. Lakin bir kişi bu normu çiğner. Tabii ki de, özgürlüğüne düşkün kahramanımız william’dır bu.

Evli ve bir çocuk babası (biyografilerin tipik son cümles) olan tell, birkaç kez daha aynı saygısızlığı yapınca, gesller kendisinin getirtilmesini ister. Cezasının idam olduğunu, sadece bir şartla kendisini affedebileceğini söyler. Der ki; “sen ki ok atışı saz çalışından da yaman bir delikanlısın.  Eline tek bir ok alıp, ağaç önünde dikilen oğlunun başında elmayı ortadan ikiye ayırabilir misin bakalım? Hıı?” der.

Çaresiz tell bu meydan okumayı kabul eder. Ve büyük gün gelir. Tell’in 12 yaşlarındaki oğlu (yaşını sallıyorum çizimlerde bu yaş aralığında betimlenmiş) başına bir elma yerleştirilerek,  babası william’ın 100 adım ötesinde bekletilir. Bu sırada telde olması gerekenden farkı olarak, 2 adet ok vardır. neden bir değil de 2 ok olduğu sonra anlaşılacaktır tabii.  Tell gerilir ve o meşhur elma hadisesini başarıyla noktalar. Elmayı şakkk diye ortadan ikiye böler.  Kendisinden beklenildiği gibi..

vali geslerr, “ben sana bir ok dedim, neden samatana iki ok koydun?” deyince tell, şayet ilkiyle elmayı ıskalayıp oğlumu vursaydım, intikam için ikinci okla seni vuracaktım!”  der. 
Bunun üzerine val igesler, kendisini hapse tıkar. Hikaye bu ya, bir gemiyle nakledilirken, tell kaçar. Ve  konağında elma yediği sıralarda yakaladığı valiyi okuyla deşer.. 

İş bu  öykü, Köroğlu efsanesindekine benzer şekilde kötücül bir vali figürü barındırıyor. Aynı zamanda, mesih’in çarmıha gerilişini engelleyemeyen Romalı yahudiye valisi pilatus gibi de. Herhalde öykü, başa çöreklenen mevcut otoriteye karşı halkı direniş bazında gazlayan bir öyküdür. Tabii bu amaç çok daha uzak coğrafyalarda yankı uyandırmıştır.


 William tell efsanesinin antolojisini ilk kez edebiyatımıza kazandıran isim jöntürk ahbullah cevdet'tir.  Kendisinin İskenderiye sürgünü sırasında edebiyata dahil olan eser, cevdet’in yoldaşları olan genç Osmanlılar tarafından çok fazla benimsenmiş, taraftar toplamıştır. Giyon tell ismiyle çevrilen eserde William tell’in vali geslerr’e karşı verdiği mücadele, özgürlük erdemlilik, garibana yardım gibi kisveler altında değer görmüştür.  Artık her jöntürk ve devamı niteliğindeki ittihat terakki partisi kurmayları kendilerini gesller’e karşı gelen tell gibi görmüş, gesller olarak ise karşılarına hamid’i almışlardır.

Vatansever İsviçrelilerin ballandırarak anlatmalarına karşı tell realitesi tartışmalı bir tarihi şahsiyettir. Şunu da belirtmek gerek ki, robin hood gibi tarih içinde taşıdığı amaçta değişiklikler görülmemiştir. Zaman zaman iyiye de düşman olan hood’un aksine tell, hep iyidir ve hep gesller’i devirir. Adına İsviçre müzelerinde sergilenen birkaç parça kişisel malzemesi ve ok, aynı meydanda onuruna yapılan heykelden başka pek bir İsviçre dışı dayanak yoktur. Tell, gerçekten de hiç yaşamamış olabilir.

 son olarak da, gioacchino rossini'nin, tell için yaptığı üvertür'ün finale bölümüyle veda ediyorum sizlere. bu besteyi bilmeyen yoktur herhalde;


Bence mi?

Elbette yaşadı.. bu tip insanların yaşamış olması gerekli .

20 Mayıs 2013 Pazartesi

ilginç bir efsane; yeniden dirilen yeniçeri



aklınıza vlad tepes geliyor değil mi? :) "fatih'in içoğlanlarından birisiydi, transilvanyaya voyvoda olmadan evvel yeniçerilik yaptıysa, budur lan herhalde" diyebilirsiniz. lakin,  osmanlı kayıtlarına düşmüş bu mit, vakay-i hayriye'yi takiben olmuştur. (vakay-i vakvakiye değil, o olay bir ağaçla bağlantılıdır. onu da ağaç kültüne değindiğim başlıkta anlatıcam)

1820'lerde, ii. mahmud'un devletin ilerleyişinde rolü olduğu kadar, düşüşünde de o denli olumsuz role sahip olan ocağı kaldırdığını biliyoruz. yeniçeri kışlaları topa tutuldu; (devlet askerinin kışlasını bombalıyor artık vehameti düşünün) ve  gördükleri yerde öldürülmeleri emredildi.. düşünün, adam görevli askerlerce sokak ortasında yakalanırsa, küttt kelle yerde.  ama bu süreç ve sonrası pek kolay geçmiyor. ocak lağvedilip, yeniçerilere dair, yeniçerilerle özdeşleşmiş ne varsa, hepsi kaldırılmak istenndiğinden bir takım radikal hamleler oluyor.  yeniçeri kazanı denen bir şey vardır ki, zamanında bu kazanla halka yiyecek falan dağıtılırmış. aşevi gibi.  hatta, kurtuluş savaşı sırasında bu kazanın kullanılarak içinde yemek pişirilmeye çalışıldığı, fakat pekçok aksaklıklar yaşandığı anlatılır.  (kazan sadece ait olduğu yerde kaynar, diğer türlü altı bile yakılamaz) bu kazan da dahi yok edilmek istenmiştir.
ocağın kaldırılışını takiben, kendi canından şüphe eden mahmudun bir süre saraya giremediğini, yıldız'a çekildiğini; hatta ardından gelen abdülmecid'in de, saraylara girmeye çekindiğini biliyoruz. ortalık durulmamış yani.. işte tüm bunlar yaşanırken, dirisinden çok çekilen yeniçeri askerlerinin, ölüleri de piyasa yapmaya başladılar. tabii, bu tip cadı, vampir, karagoncolos gibi metapşişik öğelerin hit yaptığı dönem, bu sıralar değildir. evliya çelebi'nin de, seyahatnamesini kaleme aldığı sıralar uğradığı balkanlarda, pekçok cadı serüvenlerine şahit olduğunu yazdığı vakiidir. evliya abinin anlattıkları sadece; "damdan dama atlarken dondu kedi!" minvalli değildir yani :)

 bunlardan birisi de, apti alemdar idi. apti, azılı bir yeniçeri zorbasıydı ve meslektaşları gibi ahaliye az çektirmemişti. mevzu bahis memleket ise, modern bulgaristan'ın tırnova kasabasıydı. zaten, bu durumu istanbul yetkililerine bildiren de tırnova valisiydi. valinin merkez vilayete yolladığı mektup, dönemin gazetesi takvim i vakayi de yayımlanmıştı. 

olaya göre; yakın zamanda yapılan yeniçeri kıyımından kaçarak tırnovaya gelmiş, her nasıl olduysa eceliyle vefat etmiş apti alemdar, geceleri kalkarak halka cebelleş olmaktaydı. o dönemlerki cadı efsaneleri ile de örtüştürülen apti miti, bir gece apti melek isimli panpasıyla birlikte köye baskına gelmeleriyle doruk yapar. dönem valisi mektubunda, işi çözmesi için 800 lira karşılığında nikola isimli bir spiritüalist(bayılıyorum böyle kelimelere) çağrıldığını söyler. adam, elindeki tablet ile mezarlığa gider ve tahta levhayı çevirmeye başlayınca, tablet doğrudan doğruya ikilinin mezarını gösterir. varırlar görürler ki, bu iki mezar bahsini ettiğimiz 2 yeniçeri emeklisine ait. mezar açıldığında ise, 2 linin naaşları yarımşar kat şişmiş, tırnakları uzamış, gözleri kan çanağına dönmüş halde bulunur. 
söylenen göre, nikola tarafından, diğer vampirlere yapılan ritüel bu gencolar için de uygulandı ve göbeklerine birer kazık çakıldıktan sonra, cebelleş oldukları ruhtan kurtulsunlar diye, yürekleri kaynar kazanda haşlandı. ne var ki, bu arındırma yöntemi, yeniçerilerin paklanması içi yeterli olmadı. en sonunda, yakılmaları gerektiğine karar verildi. epeyice bir uğraşı sonrası, şer'en de, yakılmalarında bir sakınca görülmeyince, mezar yeniden açılarak, bedenleri küle çevrildi.

kuşkusuz, devletin yönetici kesmi ve halk için başlı başlına bir kanayan yara olan yeniçeri ocağı'nın kaldırılmasından sonra dahi, etkileri hissedilmiştir. bu folklörik öykünün de, belanın kolayca defedilemeyeceğini dile getirmesi babında etkisi, manidardır.

maginot hattı



bir kere peşinen söyleyeyim, "maginot"  değil, "majino"  şeklinde okuyoruz. yanlış telaffuzu yıllarca dilimize dolandı. hani, şu meşhur çağdaş türk ve dünya tarihi derslerinden, ii. harp ile bağlantılı belgesellerden duyduğumuz fransız savunma hattı.
öte yandan, görselde, hattın işçiliğini göstermesi bakımından iyi oldu yani :)


fransızların ikinci harpte savunmalarını gömdükleri mevzi veya en fazla, içerisinde kafeterya bulundurduğu net bir şekilde aklımızda kalmıştır. başka pek bir şey yok. bildiğim ölçüde anlatayım.
 başlarda fransızlar, alman üstün gücüne karşı savaş kararı aldıklarında, karşı hücum veya saldırıdan ziyade, bir hat gerisine gömülerek, alman saldırılarını püskürtmeyi düşlemişlerdi. zira, saldırmak başarı getirmeyebilirdi. alman saldırı gücü, fransızların çok çok ötesindeydi. yapımı bittiğinde hat, tünel ve tren yolları ile birbirine bağlanmış ve fransa topraklarının derinlerine  dek inşa edilebilmişti. fransız kumandanlar, asil fransız halkının varını yoğunu ortaya döktüğü hatta çok güveniyorlardı. bir fransız subay; "önüne çıkacak her türlü orduyu kafesinden salınmış aslan edasıyla parçalar bu hat.." diyordu.  fransızlar savaşa hazırlanmak yerine, bir bakıma savaştan korunuyorlardı.
öyle oldu mu? pek tabii hayır..
hitler, fransızların çok güvendiği ve aşılması hayli zor olan majino hattı yerine, direnişin en zayıf halkasına saldırmayı planlıyordu.  aklında başka bir şeyler vardı yani.

öte yandan, üstün alman propagandası kamplardaki fransız askerlere: "neden savaşıyorsunuz?" diye soruyordu. zaten mental açıdan dirençli olmayan fransız psikolojisi, korkuyla karışık bir hale bürünmüş olarak, almanların çeperlerini daraltmasını beklemeye aldı. aynı almanlar, ilk savaş süresince de, fransız cephelerine meryem ana resimleri asmışlardı. düşmanla savaşabilirdiniz. pekii ya düşman inancın kendisiyse?


güney kısma fransızlar, 78 tümen koydular. aşağıdan mussolini'nin ilerleme tehdidine karşılık da, 17 tümen daha konuşlanmışt. savaş ilanında dahi bulunmayan alman orduları, aniden bir hareketle üst kısımdaki lüksemburg, danimarka gibi küçük ülkelerin kuzey sınırlarından majino hattına girdiler.  başlangıçta direniş kuvvetliydi. lakin, saldırının sonraki zaman dilimlerinde  tam da beklenmedik alman saldırısı karşısında yarılmaya başlayan hattın ardına da, alman uçakları yoğun bombardımanlar yapıyorlardı. uçaklarca temizlenen hat arkası alanlara, 10 bin dolayında alman paraşütçü girmeyi başardılar. fransız lejyonerler, iki ateş arasında kalmışlardı artık. zaten bakıldığında, fransız lejyonu dedikleri asker tipi,  kendi  ve aile sabıkalarında yüz kızartıcı bir suç bulundurmayan, para kazanmak isteyen, lümpen takımdan birkaç bin delikanlıdan oluşuyordu.  
 müttefikler, asıl saldırının majino üzerine yapılmasını beklerken, asıl saldırı umulmadık bir yerden, arden ormanından yapılmıştı. şimdiki gidişat, fransız idarecilerin hesaplayamadığı bir şanssızlığa gebeydi artık.


hitler, tanklarını ormanda üzerinde ilerletmiş, hattın çevrelemediği alanlardan dolandırarak,  fransız tümenlerinin ardına sarkıtmıştı. bir sabah uyandıklarına fransızlar; kendilerine: "asta la vista, baby!" diyen alman panzerlerini görmüşlerdi. :) 
saldırıları sonrası, fransız ordusunun 5 de 2 si kaybedilmişti ve sağlam tümen sayısı artık 50'idi. üstelik, hat geçildiğinde, paraşütçü akınları nedeniyle savunma yapacak ihtiyat birlikleri de yok olmuştu. 

nihayetinde, alman orduları majino'nun sol kanadını kıskıvrak hapsederek, geri çekilmeye zorladı. artık hat yarılmıştı ve beyaz bayrak muhabbetleri dönmeye başlamıştı. mussolini de, sıranın kendisine geldiğini farkedip, askerini yukarı, kuzeye doğru sürmeye başlamıştı. 
fransızların inandıkları, güvendikleri savunma güçleri, tam 2 hafta alman egosunun atında ezildi. fransızlar, 2 haftada yere serildiler. 
artık teslim olmak isteyen fransızlar, birinci dünya savaşı sonrası versay antlaşmasının imzalandığı o vagonda hitler'in doymaz egosu için ağır bedeli ödeyeceklerdi.



19 Mayıs 2013 Pazar

bir aşk masalı; voyager


başlık güzel oldu. voyager hakkında bildiklerimi yazacağım bu kez de. neden aşk masalı dediğimi de aktaracağım tabii.

voyager bir sonda. uzay aracı bir başka deyişle. uzay sondası desek aslında daha iyi olabilir. zira, bir de endoskopi uygulanırken kullanılan sonda var ki, allah muhafaza :)

seti yürütüyordu voyager projesini de, 2011 de sonra erdi sanırım. kaynak yetersizliği değil mi? hep aynı durum. bu tip işlere para bulunamıyor.

voyager başlı başına bir sevda, masal esasında. bir kere, fikrin ortaya atılış ve pratiğe dökülüşü, aklın almayacağı, realitelere (en azından şimdilik) uzak bir işin uzantısı. voyager, dünya dışı akıllı yaşam formlarıyla (bu terminolojiyi seviyorum) kabaca, "uzaylılarla" iletişim kurabilmemiz için gönderilmek istendi.
bir bakıma, yerküremizin lansmanını yapmak maksatlı. "burada bunlar yaşıyor, gelin birlik olalım" çağrısı gibi.

77 de serinin ilk sondasını yolladılar. bildiğim kadarıyla, 93 de jüpiter yakınından geçip, en son 2008 de güneş sistemimizin dışına adım atmayı başardı. bakar mısınız, oldu da uzaylı dostlarımızla ilk kontağı kurdu voyager, bundan sonra bir feedback almamız için, yüzbinlerce dünya yılı gerekiyor. o zaman bizr ulaşsalar da, dünya aynı dünya olur mu, burası tartışılır tabii.

uzaylılar voyagera rastladığında dünyamızı tanıyabilsinler diye, içerisine 54 dilden selamlama mesajından tutun da, johann sebastian bach'ın 2 numaralı brandenburg konçertosuna dek, pekçok pekçok bilgilendirici mesaj koydular. hatta voyager golden record denen bir de plakları vardı. altından..


 (bach için de ayrı bir parantez açma lazım. düşünseniz, 400 yıl önce yaptığınız bir beste, güneş sistemi çökse, güneş enerjisini yitirse bile, hala uzay boşluğunda çalıyor olacak. kuşkusuz o gün, uzaylı dostlarımız dünyanın ne güzel bir yer olduğunu düşünecekler)



insan dnasına dair resimler, da vinci'nin yaptığı meşhur altın oranlı vincinus man.. derken, hayli yetkin bir arşiv voyagerin içine konmuş.


sağdaki meşhur vitruvius man.. mezardan kadawra toplayan da vinci'nin üzerinde altın orana dair hesaplamalar yaparak sonlandırdığı eseri.




altın plak resmini de koyuyorum. olur da sitesine girip, ne varmış bu plakta? demek isterseniz, (demezsiniz ya neyse :))

siteye girdiğinizde, plağın üzerinde görülen değişik düğüşük şekillere tıklayarak, ister içine konmuş resim, isterseniz de dinletilere ulaşabiliyorsunuz.

orijinal voyager sitesine erişim yok şimdilik. nasa üzerinden linkini koyuyorum;

http://www.nasa.gov/mission_pages/voyager/index.html

x files'ın ikinci seoznunun açılış bölümünde voyager meselesi işlenmişti. fakat resim bulamadım konuya ilişkin.


işte bu yüzden bu olay sevda, bir aşk masalı.. biriler bizim yerimize düşünüyor. adam oturmuş, milyarlarca dolar harcayıp, hiç olmayacak bir duaya amin demiş. onlar da biliyor kontak kuramayacağımızı, en azından geri dönüşün zor olduğunu. ama deniyorlar işte.  bilim, teknoloji bu şekilde yürüyor. herkes bizim gibi üşengeç değil. biz bir el mastürbasyon yapar, sıcak duşumuzu alır yatarız. ama onlar, onlar çok farkılılar. iyiki de varlar.

bach'ı da koyarak, son güzelliği yapayım size;

http://www.youtube.com/watch?v=EC1E4_imS0A

18 Mayıs 2013 Cumartesi

şu elma, zıkkım olsaydı keşke.




elma ve başa bela olması. adem ile havva'nın öyküsü tabii ki de. aklına geldiği gibi :) fakat, uzun uzun elmayı soydular mı, yıkadılar mı? gibi çetrefilli sorulardan ziyade, olayın teolojik yansımalarına bakacağım ben. kadim kültürlere göre aşağı yukarı aynı kabul edilen bu meseleyi irdeleyeceğim. 

adem ile karısının bahsi, pekçok kadim kültürde yaklaşık olarak standart bir muhtevaya kavuşmuştur. (sık sık ademin karısı diyeceğim. zira, tevratın yaradılış kitabında, önce, tanrının havvayı ademin kaburgasından yarattığını söylenirken, ilerleyen pasajların birisinde, "erkek ve kadını aynı yarattı" denerek, ikinci bir kadın profiline yer açmıştır. ben ne yapayım? koskoca lilith fenomeni buradan doğmuştur.)

tanrı, kozmosu yaratır. bu süre, 6 gündür. tevratın ilk kutsal kelimeleri, önce yer ve gök, takiben ışık ve gece-gündüz ayrımına gidildiğini,  tanrının bağı bahçeyi de yoktan var ettikten sonra, son gün olan altıncı günde, dünyayı tanıyacak ve malzemeleri işleyecek bir adam yaratmak istediğine dikkat çekilir. ademdir bu. 



ademin yaradılışına değinmişken, mikelanjın meşhur adem tablosunu koymamak olmaz; 


bu arada, mikenlanj sağda saçı sakalı birbirine karışmış olarak resmettiği tanrının yüzünü, kendi simasından yola çıkarak çizmiştir. velev ki oradaki mikenlanjın yüzü olsun. 



adem bir süre dağda bayırda gezer. ki burası yaklaşık olarak tevratta lokasyonu verilen, dicle ve fırat'ı da kapsayan dört nehrin arasıdır. mezopotamyada bir yer olsa gerek. aden diye de bilinir. zaten, adem, aden bahçesinin bahçevanıdır. (bahçeevaan geldii)  canı çok sıkılır ademin. tanrı; "ademin böyle başıboş gezmesi iyi değil, ona bir eş lazım" der.  ardından, havayı yaratır. üstte yazdığım sorunsala girmeden, kaburga düzmecesinden ileri giderek anlatıyorum, adem'in bir sabah uyandığında, karısı olacak havva'yı karşısında gördüğünü tahmin ediyoruz. 

"genesis" türkçesiyle "yaradılış" mitosunun geçti kitabın üçüncü bölümü, ilk günahı anlatır. erkek eğemen dinlerde kadınların sürklase edilmesinin ilk örneği budur. islam ilmihaline göre, şeytan yılan suretinde gelir ve çifte elmayı yedirir. bunun, ölümsüzlük getiren bir güç vereceğini vaad eder. oysa tevrat, "kadın" diyerek belirsizliğe ittiği havva'nın ilk kez elmayı tadıp, adem'in kanına girdiğini yazar. (genesis 3:6)

bundan sonra utanırlar, çıplak kalırlar falan filan.  tanrı olaydan sonra hayli hiddetlenir. hatta ahdi atiğe göre, kadınların doğum esnasında sancı çekmelerinin nedeni, havva'nın bu günaha önayaklık etmesidir.  adem bir yana, karısı bir yana savrulur. dramatizasyona uğratılmış bir islam anlatısında, adem 200 sene ağlar bu olaya üzüntüsünden.. 

iş bunla kalmaz tabii. bu hadiseden, koskoca bir din doğar.

hıristiyanlığın temel iki fonksiyonu vardır; günahlar ve çarmıh. pavlus'un evanjelik mektuplarında enine boyuna irdelenen, incil dörtlemesinde yer almayan bu hikaye, son derece önemlidir. çünkü, tanrının insanına küsmesi ve asırlar boyunca sünmesi (ıyyy kelimeye bak) bu olay yüzündendir. adem ve karısı umutları boşa çıkarır. tanrı insanı ölümsüz kılmak isterken, bu olaydan sonra  insana ölüm cezasını verir. 

"Günah bir insan yoluyla, ölüm de günah yoluyla dünyaya girdi. Böylece ölüm bütün insanlara yayıldı. Çünkü hepsi günah işledi." (romalılar 12:5)

yani, ademle havva denilen karısı bu zıkkımı yemeselerdi, insan hiç ölmeyecekti. dahası, pavlusun getirdiği doktrin, havva ve adem'in işledikleri günahın, onların soyundan gelen diğer tüm insanlara sirayet ettiği yönünde. vay anam vay!  adem ile havva'nın çocukları sayıldığınızdan, onların günahına da ortak olmuş oluyorsunuz. hıristiyanların bebekleri yedinci günde vaftiz etmelerinin nedeni budur. doğan bebeğin, saf ve günahsız olarak hayatına devam edebilmesi için, alakasız bir şekilde kendisine yapıştırılan günahtan arınması. 

isa'nın görevlendirilmesi de bundandır. isa, tanrının bir yansıması, ete kemiğe bürünmüş tanrı formu olduğundan, bu günahların bağışlanabilmesi için çarmıhta can vermiştir. tabii, genişletirsek, bu elma meselesindeki günahın esasen cinselliğin bir alegorisi olduğunu görürüz. zira, ikili daha elmadan tadar tatmaz çıplak kalır ve cinsel dürtü start alır. isa'nın babasız doğmasının nedeni de budur. çünkü, cinselliği yaşamış bir çiftin çocuğu olarak dünyaya geldiğinizden, ikilinin günahını almış olursunuz. isa, çarmıha kadar dünyaya gelmiş tek günahsız insan olduğundan, haliyle babasız doğmuştur. 
schapenhaur da, cinsellik karşıtı tezlerinde, isa'nın mucizevi bakireden doğumunu, benim söylediğim açıdan incelemiş.  isa'nın gelişi, insanlığa adem ile başlayan ölümlü hayatının son bulmasını sağlayacak. 
bayağı yoruldum, uzatmadan bitirmek istiyorum.  ekleme yaparım daha sonra;
"adem öldürdü, isa yeniden diriltti." elma sadece bir elma değildi yani. 
















Samson ve Delilah




isimler güzel ama değil mi? "samsun"' kentinin ismi buradan gelmiyor, hayır :) samson, "erişkinler için masallar" namlı, eski ahit adlı, sizin bildiğiniz isimle de, "tevrat" denen kitapta öyküsü anlatılan bir süper kahraman.

giriş fena olmadı. samson'u biraz tanıyalım; kendisi gücünü hiç ustura değmemiş saçlarından alan, fantastik bir figür.. gücünü hisseder gibiyim : ) uuuuu!   aslen yahudidir. zaten diğer adı da şimşondur.

eski ahit'in "hakimler" kitabında söz edilir samsondan. o sıralar, museviler çok azgınlaştıklarından, tanrı kendilerine ne bir nebii, ne de bir kral yollar. fetret devri gibi bir şey yani. o zamanlar henüz müslüman olmamış filistinlilerin eline esir düşerler.  hakimler kitabı da zaten, bu dönemde idareci konumunda bulunan kişilerin icraatlerini anlatır. 

samson'un annesi tipik yahudi efsanelerindeki gibi, uzunca süre hamile kalamaz. tanrıya ettiği dileğin kabulü için bir  adak adar. buna göre; çocuğu doğduğunda, yaşamı boyunca saçlarına hiç ustura değdirmeyecek, uzatacaktır.  bu adak güzel gelir tanrıya. tanrı ona bir çocuk verir ve bebeğin adını şipşak "şimşon" koyarlar. kadın, tanrısına verdiği sözü tuttuğundan, tanrısı kadının çocuğunu aziz ve güçlü kılar. bundan sonra samson, kralsız israil'e yarı kral olur. filistinlilerin korkulu rüyası haline gelir. bu güç öylesi ciddi boyutlardadır ki,  samson'un, bir eşek çenesi ile 100 kadar palestinli ve bir aslanı öldürdüğü tevratta hikayesinin geçtiği pasajda anlatılır. 



vakti geldiğinde, babası ona kuraldışı olmasına karşın, palestina'lı (modern filistinin antik dönemdeki pagan ismi) bir kadın alır. ismi "delilah"tır bu kadının. 
kadın, tam da fettan kadın tanımlamasına uyacak türden bir yapıya sahiptir. filistinli akrabaları onu, samson'un gücünün sırrını öğrensin diye, samson'a peşkeş çekerler. kadın vakti geldiğinde, samson'a gücünün sırrının ne olduğunu sorar. o da: "beni ince 7 adet iple bağlarsan, gücüm kaybolur" der. kadın, onu bağlar, ve ardından perde arkasında beklettiği kayınbiraderlerini(kelimeye bak) odasına alır. ancak, şimşon şaşırtıcı şekilde bağlandığı yerden kendisini kurtarır ve onları iyi bir hırpalar. delilah aldatıldığını anlar, şimşon onu sevse de, hala güvenememektedir. bu durum birkaç kez daha, iplerin sayısı artırılarak tezahür eder. her defasında samson delilah'ı kandırır ve tuzaktan yırtar. delilah ise, son kozunu oynamaya karar verir.

"sen beni hiç sevmiyorsun".. der. samson: "ne münasebet.. ben seni çok seviyorum."
"sen beni sevsen, gücünün sırrını söylerdin. nereden geliyor bu gücün?" diye sorar fettan karı. yanıtı öğrenirse, akrabaları samson'u güçsüz bırakmanın formülünü bulmuş olacaklarından, israil sonsuza dek onların kalabilecekti.
samson artık dayanamaz, ona gücünün menşeini söyler;

"saçlarım anam tarafından yahve'ye adanmış, annem sözünü tutup, saçlarıma ustura değdirmediği; saçlarım uzun olduğu için tanrı beni güçlü kılmış. saçlarım ustura kullanılarak kesilirse gücüm ortadan kalkar.." der.
tabii, bir yandan da delilah'a güvenmemektedir. 
gece olduğunda, delilah eline bir ustura alır ve kendisi farketmeden saçlarını keser.

 ardından, kayınbirader ve emmioğulları delilah'ın yanına vararak, samson'u kıskıvrak yakalarlar. samson, tanrının yanında olacağını öngörür, "nasılsa kurtulurum" der. ancak tanrı ile yapılan ahdi bozduğundan, tanrısı yahveh onu terkeder. bundan sonra palestinliler kendisini memleketlerine götürürler, orada bir eğlence mekanında kadın kıyafeti giydirerek, dansöz yaparlar. 
filistinli krallar onu kendilerinin eğlence aracı olarak tayin etmelerinin yanısıra, gözlerine mil çekerek, değirmende un öğütme işinde de kullanırlar. öte yandan, içteniçe samson'a sevgisi artan lanet kadın delilah, sıklıkla onu görmeye gelir, tabii şimşon onu görmez. 



bu arada, samson'un saçları hızla uzamaktadır. filistinli putperest idareciler, tanrının onun yanından ayrılmasından sebep, bu detayı es geçerler.

büyük gün gelip çatar.. filistinlilerin, büyük eğlenceleri için, pagan tapınak içinde gözleri görmeyen şimşon bir adamla dövüştürülecektir. 2 adam şimşon'un koluna girerek onu tapınağı tutan iki ana kolonun ortasına bırakırlar ki, önünü görmeyen samson tutunup ayakta durabilsin. aslında bu detay, sonraki saatlerde onların sonunu hazırlayacaktır.. 


uzaktan olayları izleyen delilah, herkese rağmen sevdiği adam samson'un yanına gider. samson mırıldanmaktadır delilah şöyle bir kulak verir:
"tanrım, ahh ahh! tanrım..", "son kez bana gücümü, tek sefere mahsus olmak üzere yeniden ver.." "ver ki bu sünnetsizlerin tapınaklarını başlarına yıkayım" der.

tanrının onun arzusunu yerine getirdiğini, vücudundaki masküler titreşimlerden anlayan samson, kokusunu aldığı delilah'a: "buradan ayrıl çabuk, ölmek istemiyorsan..." der. (pas vermesene oğlum!) ama o ayrılacağı yerde, şimşon'a sarılır. tam o sırada, izleyiciler arasındaki büyük başlar doğrularak, delilah'ın ne yaptığını kavramaya çalışırlar. 

artık vakit gelip çatmıştır.. samson, gücüne kavuştuğundan, iki koluyla tutuğu iki sütunu fena halde kavrar ve yerinden sökerek, karşıda amfitiyatronun boşluğuna atar. artık tapınak temelden çatırdamaya başlamıştır. bir anda göz gözü görmez, her yer toza karışır. filistinli krallar ve onların müttefikleri yerle yeksan olurlar. 

iş bu öykü, tevrat yazarlarınca (museviler tevratın tanrı vahyi olmadığını kabul ederler) musevi toplumu olarak aralarında kaldıkları pagan dünyaya korku salmak için de, uydurulmuş olabilir. 

karar okuyanların, mutlu geceler. 













abraham lincoln ve talihsiz naaşı



Bu kez, abd'li aziz başkan lincoln'ün, ölümü sonrası yaşadığı tuhaf  serüvene götüreceğim sizi. bir ölünün başına ne gelebilir ki? sorusunu, paragraflar boyunca yazılabilecek olaylar silsilesiyle, yanıtlayabiliriz. 

başlayalım, comooon'

tüm zamanların, en sükse sahibi politik entellerinden birisiydi lincoln. o lincoln ki, iç savaşın en koyu günlerinde bile, tiyatro izlemeye gitmiş, amerikan halkının babası olarak kabul  edilmiş birisiydi. tiyatro dedik ya, ölümü de bu hobisinin elinden olur.

 tiyatro perdesinin arkasında gizlenen suikastçinin silahından çıkanla vuruldu lincoln




                                                                                 silah  da bu; 




başlıkta dediğim gibi,  ölümünün ilk kırk yılında,  lincoln'ün talihsiz bedeninin başına geleceklerin ilkiydi bu. 
millet bayılıyordu bu adama. köleleri özgürleştirmiş, iç savaşı bitirmişti. abd tarihinde ilk kez iç savaşta elde kalan silahların satılmasıyla, silah ticaretine girmişti. bunlardan sebeptir ki, ölümü tam bir yasa sahne oldu. tüm ülke ağlaya ağlaya bir hal oldu.  talihsiz olay sonrası, ölüm nedenini tam olarak ortaya koyabilmek için, beyaz sarayda başkana otopsi yapıldı. nereden estiyse, kendisinin diğer insanlardan daha zeki olup olmadığını sorgulamak istedi görevli doktorlar. bu aşağılayıcı uygulama sırasında, başkanın başındaki kurşun, "bing bing" ederek yere düştü. evet, vurulmuştu başkan. :)

hemen gömmek yok öyle. tahnit işlemi sıradaydı. bu sırada bekletildiğinden, saraya gelen ziyaretçiler başkanın bedenini görüyorlardı.  bu sayının, 5 milyon dolayında olduğu tahmin ediliyor.
başlarda kendisinin nereye defnedileceğine karar verilemediğinden, aile kabristanı fikri üzerinde durulmuş. bunun üzerine, oğlu da yattığı mezardan kaldırılıp (tövbe  bismillah) babasının yamacına defnedilecekti. buna gelen dek, yola çıkarılan tren, güzergahlar üzerinde, 15 milyon amerikalının daha çok evdikleri başkanlarını görmesini sağladı. yalan yok, favori başkanlarımdandır kendisi. severim yani.  

bu arada, trenin geçtiği duraklarından birisinde, bir evin penceresinde, merhum başkanın gidişine ağlayan bir çocuk vardı. onun ismi de, istikbalin abd başkanı, "theodore roosevelt"idi. 

dönem yetkili valisi, halktan ve yetkililerden kesinlikle naaşın fotografını çekmemelerini istiyordu. ama bir kişi bu kuralı bozup, yukarılara bir yere gizlediği makinasıyla başkanın kötü hale gelmeye başlamış naaşının fotografını çekmişti. bunu öğrenen vali, adamı hırpalamış; negatifleri ortadan kaldırmıştı ne var ki, ileride bu fotoğraf tekrar bir kütüphanede ortaya çıkacaktı. 

insanların karşısına, heybetli duruşundan bir şey kaybetmemiş olarak çıkarılsın diye, ruj ve pudra sürülüyordu başkanın yüzüne. ama zamanla yüzü yine de kararmaya başladı. içi doldurulan naaş, artık iyice renk değiştiriyordu.. belki de, foto çekiminin yasaklanma sebebi de budur. baksanıza soldaki resme. bir de bunu renkli düşünün. 
bu arada, trendeki mezarcılar ve doktorlar, bedenin varış gününe değin dayanamayacağına dair telgrafları d.c çekmeye başlamışlardı bile. nihayetinde, über entelektüel ama bir o kadar da şansız başkan defnedildi. artık sona gelindiğini sanmıştı halk..
 bir dakika! adama mezarında bile rahat yoktu.. :(


efsaneler bitmiyordu ki.. parapiskolojiye ve medyumluğa düşkün karısı merry lincoln kabullenemediği yasını dindirmek için, onun ruhunu çağırtıyordu. iddiaya göre bunlardan birisinde, lincoln "kara dul"’una şöyle yaklaşmıştı;


bir büyük aptallık daha yaşandı: kendisinin ikinci mezarlığı olan halk mezarlığına getirilmeden evvel yapılan anıt mezara tabutu sığmadı. yanlış duymadın okuyucu.  tabutu lahde sığmadı. talihsiz başkanın naaşı bir o yana bir bu yana sürüklenip duruyordu. daha küçük bir tabuta tıka basa sokulan başkan, nihayet mezarına kondu. 

bitti mi dediğinizi duyar gibiyim. yooo. ben bitti demedim henüz :)
 o dönemlerde, amerikada resmi bir para olmadığından, her eyalet hatta kent kendisine bir para çıkarıyordu. bu da, yüzlerce değişik para içerisinde sahtelerinin ayırt edilememesini sağlıyordu. lincoln, getirdiği tek tip ilk abd banknotu ile, bu durumu durdurmak istedi ama kalpazanlar yine engellenemedi. yine sahtesini ürettiler. işte bu kalpazan çetelerinden birisi, lincoln’ün onlara karşı verdiği savaşta liderlerini yitirmişti. liderlerini geri alabilmek; hapisten çıkarabilmek için, akıllarına inanılmaz bir fikir geldi.. amerikanın en büyük başkanın naaşını çalacaklardı. onu açıp bir yere gömecek; ilgililer hapisteki dostlarını içeriden çıkarana ve 200.000 doları kendilerine verene kadar onun yerini söylemeyeceklerdi. plan bu. 
 o dönemde tıp fakülteleri kadawra bulmakta zorluk yaşadığından, resmi önergeyle nebbaşlara para karşılığında mezarlıktan naaş çalmaları istendiğinden, mezar soyuculuk bir suç kapsamında da değildi. 
bu onlar için bir intikamdı da, zira kalpazanlar için bir gizli yakalama örgütü kuran başkanın cansız bedenini çalmak demek, rakiplerini (ölmüş olsa dahi) bertaraf etmek demek olacaktı.

nebbaşların işi kolaydı aslında.. tabutun konduğu lahdi sadece bir asma kilit koruyordu. onu kıracak ve tabutu çalacaklardı. öte yandan, amerika tarihinin katılım oranı en yükse seçimi de, 1876 da olayın yaşandığı gün yapılacaktı. ortalık mahşer yeri gibiydi. kalpazan nebbaşlar, seçimin karambolünde cesedi çalacaklardı. ilk etapta  farkedilmemek için iyi bir gün seçmişe benziyorlardı. olay yerine varan elemanlar, azılı hırsızlar olmalarına karşın, asma kilidi yarım saatte ancak açabildiler. 
elemanlar, tabut küçük lahde sığdırıldığından dolayı, bir türlü çıkaramıyorlardı. nihayetinde mermeri kestiler ve 250 kilo ağırlığındaki tabutu sırtlayıp, arabaya attılar. hikayeye bak!


fakat elemanlar bir şeyi bilmiyorlardı...
aralarında bir muhbir vardı. başkan'ın ölümünden önce kalpazanlara karşı kurduğu örgütten söz etmiştim ya yukarıda, bir eleman bu nebbaşların arasına sızmıştı ve olayı öğrendiği gün yetkililere bildirmişti. olay günü de, bir başka trenle suç mahaline dedektifler gelmişlerdi bile.. kalpazan soyguncuların arasında, kendileri de hırsız olup, polis için çalışan dedektifler komplo kurmuşlardı. birbirlerini farkeden iki grup çatıştı. mezar soyguncusu kalpazanlar da, polisler de beceriksizdiler. naaş, yeniden mezarındaydı artık. 

olay duyulmasına karşın, ertesi gün gazetelerde pek sözü geçmedi. "ulusal aziz" statüsünde kutsal bir bedene sahip başkan lincoln'e yapılan bu saygısızlık, seçim gecesi yaşanan skandallar nedeniyle gündeme pek gelemedi. merak edenler bakabilir, bu seçimler, hayli sansasyonel olmuştu.  oyların sayımı 4 ay sürdüğünden, olay hep ard sıralarda kaldı tabii.. 
nihayetinde, başarısız soyguncular yakalanmış, tam da vatanseverliğin doruk yaptığı bağımsızlığın yüzüncü yılında, naaş yerine yeniden konmuştu. ilginçtir, amerika'nın en büyük hero'sunun naaşını çalan adamlar, sadece 1 yıl hüküm giyip, içeriden çıktılar. 

bu olay burada kapandı belki ama, cesedi lahdinden çıkarma teşebbüsleri son bulmadı.. lahit kırıldığından, tabut içerisinden sarkıyordu. bu durum da, mezarın özel bekçisinin zoruna gidiyordu. kendisi buna bir çözüm bulmak, gelenlere böyle tabutu göstermemek istiyordu. ayrıca, dönem turizm bakanı, gelecek turistlere lahdi gösterilebilecek havada olmadıklarını bildiğinden, mezarın bekçisi elemana, naaşı yerinden çıkarıp alt kata, bodruma koymasını emretti. sonra bu bekçi, lincoln'ü indirdiği bodruma gömmek istedi, ama kazdığı yerlerden su çıktığı için gömemedi. bunun üzerine, onu çer-çöpün içerisinde kalmaya terketti. tam 2 yıl, tabutun üzerine konulan tahtaların altında ezildi lincoln.. üzülmek olasıydı, ama lincoln daha güvenli bir yerde tutulacağından, insanların içi de rahattı. 

nihayetinde, farklı ülkelerden gelen gönüllü korumalar, abd devletinin koruyamadığı naaşı korumak için görev aldılar. ilerleyen yıllarda, belli periyotlarla başkanın lahdi açıldı ve içerisinde olup olmadığı kontrol edildi. böylelikle başkanın başına gelen bu üzücü olaylar helezonisi son buldu. 

resimde, bakımsızlıktan bir hal olan lahdin son hali. 

biraz soluklanayım ben de. 

17 Mayıs 2013 Cuma

ay kültü



Ay kültü dedim başlıkta. ayı anlatmaya çalışırken, hangi antik inanışında hangi tanrı figürüne isabet eder diye maddeler halinde yazmayacağım tabii :)  bir halkbilim, folklör tutkunu olarak, nasıl mitleştiğine değineceğim.

ay denilen şey, her yere bizle gider gelir. (einstein mode on) belki de bundan sebep, her kültürde kendisine folklörik anlatılar yakıştırılmıştır. herhalde ilki, "aydede" dir. aydede diyoruz, bir gök cismine verilecek en şeker paye. bir baksanız şunlara; süpernova, kuyruklu yıldız, sirius, tanrı kemeri.. aydede hiç bunlar gibi mi?

çok samimi. peki neden dede? uzun uzun yıllar boyunca ayda çalışmaya zorlandığı için. hikayenin özü bir iskandinav anlatısında gizli. o gün, çalışılması yasak olan bir gündür. çalışılması yasak deyince, herhalde kadim kültürlerde akla gelen tek bir gün var; şabat.. hani, tanrı kosmosu 6 günde yoktan var eder, yaratır da, yedinci gün dinlendi diye, onun ilk kulları museviler de, şabat denilen cumartesi günler çalışmaz, sadece dinlenip ibadet ederler ya, heh! işte o gün, bugün.. aydede benim tahminime göre, şabat günü, dinlenilmesi gerektiği halde, çalışır.. aynı hikayenin hint versiyonunda ise, aydedenin annes o gün tereyağı yapar elde. sıkıntı budur. yasak olduğu halde, iş yapmak. öyle, ibadet varken.

sonra, sistematik olarak bunun cezasının çekilmesi gerekir.. haliyle.. aydede, tanrı tarafından lanetlenir ve aya yollanır. nereye gidersek gidelim gördüğümüz ay, öyle bir za alır ki, bilmem kaç milyon ışık yılı (ehuheu) orada cumartesi gününde çalıştığı gibi çalışmaya zorlanır, ironik bir biçimde.. sırtında odun taşır, annesi de, ayın gözenekleri üzerinde yemek pişirir :)  olay buradan geliyor.. şabat günü çalışan bir adamın yediği cezanın, aydedemize uyarlanması. aradan geçen yıllar, onu dede haline getirir.

bir başka ay kültüne dair öyküde; bir hint budist, ormanda gezinmektedir. ve karnı fena halde acıkmıştır. ama, o gün yemek yemek (bak şimdi) yasak.. oruç günüdür çünkü. tam açlıktan bayılmak üzereyken, kendisini tanrıya adamış bir tavşan ilişir gözüne.. tavşan kendisi gibi inançlı olan bu budiste kendisini sunar ve adam bu katıkla doyar. ardından olayı duyan buda (budizmde geleneksel olarak bir tanrı profiline ihtiyaç duyulmaz) kendini mükafatlandırır ve anında aya yollar. kendisinden saçılan nur, ayın gözeneklerini oluşturur. (vuhhuu)

eskimolarda da ay ve güneş önemli figürlerdir. eski dönem eskimo inançlarında, güneş genç bir kız, ay ise onun ağabeyidir. ancak ağbiii kendi kız kardeşine aşıktır. (yanlış okumadınız) kız kardeşi de haliyle ona pas vermez. bir gün güneş, bir parti verir evinde. ay da gider oraya. o gece ışıklar kapalıdır. ay güneşin omzuna dokunur bundan irkilen güneş, karanlıkta kendine dokunan adama bir tokat atar. ışıklar yandığında  tokatı, ağabeyi olan aya attığını fark eder. sonrasında kız kaçar, abisi kovalar birlikte gökyüzünden yere süzülürler. bu süren kovalamacada, ay kardeşinin vurduğu tokattan ötürü, kırmızılaşan ve kararan yerini gündüzleri kardeşi devredeyken gösterir. tokat atılmayan diğer yanını ise, geceleri tabiatı aydınlatsın diye gösterir. ay, kızkardeşini arzulamasından sebep yediği tokattan sebep, o yüzünü insanlardan gizler ancak akşam olunca tokat atılmamış yanını gösterir.

ilginçtir, bu mitler dante shekespeare metinlerinde de geçer. adam, dikenli sırtında odun ve çalı taşımaya mahkum edilmiştir. hatta iskandinavlara ait bir çocuk masalında, yeryüzüne bile inmiştir;

"indi o adam aydan, yeryüzüne
norwich'i sordu,
söyledik.."

2 çocuk görür hatta kendisini. fasulye sırığı öyküsündeki jack ve kardeşidir kendisini görenler. tabii, bir başka öyküde..

üstteki ay resmi komik, farkındayım. lakin  hem dede hem ay olan başka bir şey bulamadım :)
bitirmeden, o herkesçe aşina olunan, ama hangi filmde kullanıldığı bilinmeyen o muzip resimle son vereyim. "trip to moon" arşivimdeki en eski film bu. 1902 yapımı. orada geçen afiş. daha popüler zamanlarda, ödül alan "hugo" isimli film vardı ya, orada da bir süre bahsi geçen film.

işte, o filmin afişi;




hms beagle



bu başlıkta da, darwin babanın teorilerini yeşillendirdiği r dünya yolculuğuna çıkmasına önayak olan o meşhur donanma gemisini, hms beagle'yi anlatacağım. yaradılışcı arkadaşlar blogu kapayabilirler, zira, bolca "darwin" sözcüğü geçecek yazımda. ayrıca, blogumda anlatılanlar, alıntı değil.. hehe.  eşleştirme için vikipediyi açtığınızı sezer gibiyim. ne biliyorsam, yazdıklarım,  hepsi dağarcığımdan :)

şimdi, charles darwin'in tutucu bir babanın elinde büyüdüğünü, bir ara rahip olma yolunca ilerlerken, kendisi gibi bir din adamı tarafından, zoolog yönlerinin keşfedildiğini, ve bu meşhur dünya turuna katılabilmek için, bey babasına tonla dil döktüğünü biliyoruz. darwin yalvarır babasına; "baba gitmeliyim.. tutkuma engel olma!!" der. babası, "bana tek bir kişi getir güvenebileceğim. senin gitmen için kefil olsun" deyince, iyi anlaştığı amcasını buldu charles. genç, girişken ve atik bir delüanlıydı darwin. izni kopardı babasından. gemi hareket etmeden kaptanla konuşmalı, mürettebata dahil olmalıydı.

fakat, babası yolculuk için karşısına çıkan tek engel değildi. sadece ilkiydi. zira, gemi kaptanı kusto isimli herif, feci obsesifti. "fizyonomi" de denen, kişinin fiziksel özelliklerinden mizacına dair analizlere bulunabilmesini olanaklı kılan ilmi öğrenmişti. darwin'in şöyle bir burnuna baktı, "ben senle anlaşamam, bu burunla olmaz" dedi. şaka değil, adam koskoca darwin'e bunu dedi. lakin darwin kendisini sevdirmeyi bilen birisi olduğundan, ağzından girdi burnundan çıktı ve gemiye attı kendini. ne atmak hem de..

gemi deyim yerindeyse, göt kadardı. boyuna 27 metre bir gemiden söz ediyoruz sonuçta. 74 kişilik mürettebatın, 3 ila 5 yıl hiç durmaksızın bu gemiyle seyir halinde olacağı gerçeği, darwin'in kafasına yatmıyordu bir türlü.  şöyle bir kamarasına geçmek istedi genç charles,  işte o an, acı gerçekle yüzleşti; odası o kadar küçüktü ki.. hiii.. klostrofobisi vardı genç charles'ın.. o odada yıllar nasıl geçecekti ki?

ortama alışabilmek için çok zorladı darwin.. neyse ki, sık sık adalarda duruyordu gemi, darwin de bu sırada çeşitli hayvanları inceleme şansı buluyordu. bu nedenle de, kendini bir nebze iyi hissedebiliyordu. ama bir sabah uyandığında, konakladıkları adanın ilk gecesinde,  hangover oldukları için kırbaçla sıra dayağına çekilen mürettabatı görünce, ruhu daraldı, kalbi sıkıştı..
gemideki diğer elemanlar, darwin'i garip ve zararsız buluyorlardı. eli arkasında sakalını sıvazlıyordu sık sık darwin. ama bir sıkıntı daha vardı ki, bu en büyüğüydü. darwin dedemizi deniz tutuyordu. ailesinden geçen resesif bir lanetti bu. bu yaşıma karşın, hala uzun otobüs yolculuklarında midesi bulanan bir adam olarak, anlaıyorum darwin'i. işte, adam boyna kusuyordu. gram uyku girmiyordu gözüne. gözleri kan çanağına dönmüştü. geceleri uyusa bile rahat yoktu ona.. en sonunda, o küçücük odasının ortasına bir hamak kurdu, orada sallandıkça sallandı. ballandıkça ballandı.

zamanla sevip sevildiği gemi çalışanları onun topladığı parçaları saklayabilmesi için, birkaç varil inşa ettiler. ne mi vardı orada? fosil kalıntıları, ölmüş hayvan leşleri, bitki parçaları falan fişmekan..
geminin yaşadığı genel anlamdaki aksaklık ise, bir kez su almasıydı herhalde. 3-4 ölen olmuş, darwin ise sağ kurtulmuştu. gemi zaten donanma gemisi olduğundan, böylesi  bir seyrüsefer için yeterliydi.

unutmadan, "hms için neden bilindik bir gemi resmi koymadın?" diyenler olabilir. ben ziyadesiyle gemide darwin'in yaşadıklarına değindiğim için, alem yapan gemi çalışanlarının gösterildiği resmi eklemek daha iyi olur diye düşündüm :)


anne boleyn


Evet, Anne boleyn.. herhalde, bu kadını bilmeyen, en azından duymayan kalmamıştır. o meşhur, ingiltere kralı viii. henry'nin karısı. kraliçe boleyn yani. bildiğim kadarını, uzatmadan anlatıcam..
 maria antoniette gibi, kendisi de dünya politik tarihinde yer edinmiş, önemli kadın figürlerden birisidir.                                                                                           bu kadın için henry neler yapmamış ki. evlenmesine katolik kilisesi izin vermediği için, rahatça evlilik iznini çıkartabileceği, protestanlığa bağlı anglikan kilisesini kurmuştu ingilterede. zaten ingiliz kilisesi deyince, anglikanizm akla gelir.  hoş, sonra uğruna bunları yapan, tüm dini otoriteyi karşısına alan kral, kendisine erkek çocuk veremeyen kadıncağızın boynunu vurduracaktır. olay bu kadar basit mi peki? alelade bir erkeksi ego mu? değil.

Aslında kendisinin asil bir özgeçmişi var, fakat her zaman bir mezhep düşmanı  olarak lanse edildiğinden, ingiliz halkı onu hep, "kralın aklını çelen lümpen bir aşifte" olarak bildi. ne yaptıysa, kendisini bir türlü halkına sevdiremedi. maria auntoniette gibi, cleopatra gibi, dahil olduğu halkça hep izolasyona zorlandı. bu böyledir, insanlar hakkınızda daha sizi görür görmez 10 üzerinden bir not biçerler ?/10.. sonra ne yaparsanız yapın, notunuz yükselmez.
bu da zayıf almıştı işte. hiçbir zaman siyasi erki eline alamadığından, kendisine söylenenlerin, atılan iftiraların ardıarkası kesilmedi. bir ara, kendisine erkek çocuk verememesine karşın, henry'in tutumu iyiydi, lakin, saray muhafızlarından birisiyle cinsel yakınlık kurduğuna dair bir söylenti gündeme gelince, henry kendisini iyice gözden çıkardı. halk da bastırıyordu tabi. henry baskılara dayanamayıp, kendisini şu meşhur londra kulesine kapattırdı. bugün gezip tozuyor insanlar bu kuleyi. önceleri, bir tür hapiseviydi burası. adi tutuklular gelirdi. anne boleyn de onlardan birisi olmuştu. ölüme gidene deginki süreçte, henry'nin tanrının uyguladığı bir tür sınavdan geçtiğine kendisini inandırıp durumdan kurtulacağını düşündü. ama her geçen umuları tükenmeye yüz tuttu. bol bol dua etti, komünyona gitti. zaman geçmek bilmiyordu onun için.. infaz edileceği haberini alınca, bir aklı gitti. hezeyanlara tutuldu. henry'nin hala kendisini kurtaracağına inanıyordu. ancak, olay henry'den de çıkmıştı artık.. henry kendisini cadılara uygulanan yakma yöntemi ile cezalandırmak istemiyordu. kıyamadı karısına. gitti, fransadan işinin ehli bir cellat getirdi. bir defaya mahsus kılıcını kullanması için, tonla para ödedi cellada.  anne öğrendi ki, ince boyunlu olması onun için bir avantajdı. böylece daha az acı çekebilirdi.  hem celladın elinin hafif olduğunu da duymuştu. ne güzel ya.. 
nihayetinde o kasvetli günde, kralın, "onu kafasının dalgın olduğu bir anda kes!" talimatı uyarınca cellat anne'nin boynunu tam dua ederken kopardı. anne düştü, kanları aktı.. sonrası malum prosedür, kafa sandığa kondu irlandadaki yakınlarına gösterildi, ardından bir mezarlığa kondu.. 

henry ile mutlu aile fotolarını da koyayım ki, bir zamanlar ne cici bir aile oldukları gözler önüne serilsin;


tabii, "the tudors" dizisinde, kendisine yakıştırılanlar ingiltereyi salladı bir ara. oradaki muhteşem anne'yi de koyuyorum, zaten okumazsınız bu tip yazıları, belki resim ilginizi çeker;


aynen.. biliyorsun, bak.. üstteki natalie dormer. 

6 Mayıs 2013 Pazartesi

antik mısırda ölümden sonra yaşam inancı




eski insanların, ziyadesiyle de mısırlıların en önemli uğraşılarından birisi de, öldükten sonraki yaşama dair arayışlardı. bunun için kültürleri boyunca, pek çok kehanet üretmişlerdir. ölümden sonra yaşam inancı, mısırlıların görkemli bir mimari yapı yaratmalarını sağladı. süslü mezar taşları, mumyalama taşları, odaları ve tabii piramitler bunlardan bazılarıydı. hatta dönem zanaatkarları, kral ölülerinin gömüldüğü "krallar vadisi"nde, ölümden sonraki yaşama giden muhteşem bir geçit bile hazırlamışlardı. hiç doğru veya yanlışlığına değinmeden başlarsam;


süreç tıbben yaşamsal fonksiyonların durması ile start alırdı. mısırlılar için, önemli olan fiziksel bedendi. eğer beden iyi korunursa, ruhu ileride yer altı dünyasında onu tanıyacak, ikili yeniden birleşecekti. bu sebepten, bedenin korunması için mumyalama işlemi yapılırdı. bundan başka modern tıpta kullanılan kimi yöntemlerin mucidinin mısırlılar olduğunu da biliyoruz.
işlem sonrası ölü gömülürdü.. bundan sonra, yeraltı dünyasında verilecek korkunç bir dizi savaş başlardı. mısırlıların, bu korkunç ülkede yolunu bulabilmeleri için, ayrıntılı bir rehbere ihtiyaçları vardı. bu sebeple, mezar duvarlarına rehber görevi üstlenecek çeşitli semboller çizilirdi. 

yer altında, kişiyi bir dizi ölü ruh karşılardı. bir nevi karşılama ekibi gibi. şayet gelen ölü kral ise, yani firavunsa, transfigürasyon(başka bir forma dönüşme) geçirip, mısırda güneş tanrısı "ra"'ya dönüştüğünden dolayı, ayrı ve zorlu bir süreç başlardı. firavun, onun kimliği ile bütünleşir, güneş olarak kabul görürdü. ve yer altındaki karanlık dünya ile savaşı vücut bulurdu. bu, kötüye karşı olan kutsal ra’nın savaşıydı bir bakıma. 


kutsal olan güneş, her sabah doğar, her akşam ölürdü. doğması için dua edilirdi. kralların yaptığı yolculuklar, sürdüğü başarılar, güneşin doğudan batıya geçiş sürecine benzetilirdi. eski mısırlıların en büyük korkusu buydu. eğer firavunlar bu yolculuğu başaramazlarsa, bu dünyanın sonu olurdu. şayet güneş doğmazsa, sonsuz bir gece yaşanırdı. 
kültün en önemli figürü firavunlar, öldükleri gece, her saat başı bir tane olmak üzere, 12 kapıdan geçerlerdi. ancak bu yolculuk kolay değildi ve her kapıda bekleyen birer büyük yılan vardı. bu, bir tür eleminasyondu. layık olmayanlar, saf olmayanlar buradan geçemezdi. sağlıklı ahret, saf olmaya bağlıydı. (bu arada ra'yı sarı kırmızı kıyafetli bir halde seçişimde galatasaraylı olmamın rolü yok :))

bundan hariç, büyü ilmine de ihtiyacınız vardı.. bu, pek çok kültür düzeninde rastlanan, şifreli sözcüklerden birisini söylemekle aşılırdı. bu şifreli sözcük sonrası, hayvanlar uysallaşır, kapıdan geçilmesine müsaade ederlerdi. (orpheus mitine benziyor bu yönüyle) bu ilmi, sadece firavunlara verirlerdi. dediğimiz gibi, bu şifreler mezar taşlarında yazılırdı. bu ilim sadece onlara bahşedilmişti zira, onlar savaşı verecek tanrı ra’nın manifestayonuydular. (sağlam bir kelime çaktım burada, yansıması, tezahürü yani)

tüm insanlar kapılardan ikincisi geçildikten sonra, semavi dinlerde de kendisine yer edinmiş bir motif olan, cehennem alevleri ile karşılaşılırdı. bu bir göle benzer.. eğer adamsanız, bu göl size etki etmez; ancak layık değilseniz, alevden göle malzeme olurdunuz. bu aşama, sıradan mısırlılar için fazlaydı, aşılması oldukça zordu. ama firavun güneş tanrısı ile birleştiğinden, o bu noktadaki özgün rolüyle, merhaleyi aşardı. takibenki dördüncü kapıda, yine yılan suretinde, şeytanı karşılayan “apofis” bulunurdu. kendisini de bir alicengiz ile geçerseniz, diğer kapılar nisptene aşılması yönünden kolaylaşırdı. 

tüm kapılar geçildikten sonra, sonsuz bir berzah; aydınlık ve yoğun ışık hüzmesi, sizi güzellikler ve sonsuz nimetlerin bulunduğu hayal ve güzellikler diyarına atardı. cennet her yerde cennet.. yine sonsuz güzellik ve erdem var anlaşılan.