26 Aralık 2013 Perşembe

hercule poirot versus miss marple



puaro(hercule poirot) ezer geçer demeyeceğim tabii. yaşlı teyzeciğime ayıp olmasın.  hercule abi gibi onun da üstün meziyetleri vardı. 

hepimizin bildiği üzere bu ikili agatha christie'nin öykülerinde yer verdiği iki önemli portredir. birisi tam bir profesyonel dedektif olan puaro, diğeri daha ziyade amatör ama oldukça başarılı şekilde işlerini yürüten bir hanım ablamız olan marple.
  bir agatha christie tutkunu olarak bu ikiliyi kıyaslama hadsizliğini tatlılık ve sevgi bağı altında incelemede sakınca görmedim :)

- öncelikle çok iyi fransızca konuşan puaro, işinde son derece popülerdir. girdiği kokteylerde, mekanlarda   saygı görür.  duvarda resmi, dedektiflik aleminde ismi vardır. tuhaf bir şekilde girdiği mekanlarda çözülecek bir cinayet muhakkak olur.
oysa marple teyzemizin tanıyanı bileni pek yoktur. londranın kasabalarını gezer, dışarıya pek çıkmaz. 
- prof olan herkülün başbakanı bile kurtaracak düzeyde başarıları var ikeni marple teyzemiz ancak çalışan emniyet mensubu arkadaşlara yardım gayesiyle olaylara atılır.


- hercule poirot kaymak tabakadan olduğundan çözdüğü hadiselerde rol alanlar genelde doktor, mimar, işadamı gibi testisli herilflerdir. oysaki marple mahalle karısı olduğundan, bakkalı çakkalı tanıdığı için çözdüğü olaylarda genelde failler basit ana-kız, komşu çocuğu alan olur.
- marple çok şirin bir teyzedir. tipik british grannyleri gibidir. ağzından pek kötü söz işitmezsiniz. ama puaro köpürürse var ya, demediğini bırakmaz. başmüfettiş hastings az laf yemedi babadan. puaro özelikle cinayetleri çözdükten sonra topladığı suçlulara sağlam giydirir.



- hercule poirot acayyip obsessiftir. yemek seçer, istediği pişmezse esip gürler. önüne getirilen iki haşlanmış yumurtanın boylarını ölçecek kadar abartır. lakin teyzede böyle bir şey göze çarpmaz.  cemin dediği gibi, kete versen yiyor. :)
- marple da herkül de hıristiyandırlar. ama hercule çok koyudur. murder on orient express de olayları çözmek için az yalvarmaz babaya. yanında taşıdığı zincirin bile imamesinde haç vardı. abla biraz daha seküler kaçar ona göre.


- hercule poirot tam bir fransız asilzedesidir. "mösy pugago" 
 şeklinde çağrıldığı vakiidir.
lakin marple şiş elinde gezen bir ihtiyar olduğundan, bu saygı pek görülmez. 
- marple tek çalışır genelde. zaten çalışan polislere salça olarak kendisini hissettirir. hercule ise, bir ofisinin yanısıra, hastings ve başka birkaç yüzbaşıyla daha müşterek çalışır.




- bir fransız değil de belçikalı olduğunu sıklıkla vurgulayan hercule, "adorrr" "madam," "vespaa", "vıyyy" gibi fransızca ünlemleri dilinden düşürmez. beriki "hayatım", "canım" "turşum" "bezelyem"(buna da hastayım. fransız ihtilaline dek kokuşmuş fransız monarşinin sembolü olarak görülürdü. asiller çocuklarına böyle seslenirmiş.) deyü hitap eder.
- hercule sinek olan odada yatamazken (bu da laf mı? çoğu insan uyuyamaz zaten amk) teyze de rahatına düşkün olup, sıpalardan saunalardan geri kalmaz.




- hercule poirot egoistin allahıdır. (egoist adamları severim ben pampa)  "hercule dünyanın en iyisi hizmetinizde", "en iyis çözemezken kim çözecek bu olayı hastings?!!" dediğini biliyorum. teyzemiz kalenderdir. onda böyle havalar yoktur.

- ilk harp yıllarında ambulans kullanmışlığı bile olan marple çok aktiftir. cin gibi her yerden çıkabilir. hercule ağırdır penguen gibi yürür, obezite tedavisi gördüğü dönemlerde yatağından kalkamayacak kadar üşengeçtir.




















bunca resim ve bilgiyle başlığı doldurmuşken, bu iki önemli karakterin yaratıcısı agatha christie'ye de değinmemek olmaz. üstteki 2 resim ondan. zaten oldum olası böyle beyaz tenli hatunların çekindiği çok eski resimlere düşkünümdür. beni değişik duygular hissettirir.  kitapları yeni antlaşma(incil)den sonra dünya tarihinin en çok okunan kitapları arasına giren(şu halde; 1:incil, 2:agatha öykülerü, 3:shakespeare tragedyaları oluyor) agathanın en popüler ve en çok sevdiğim resmini koyarak noktalıyorum;


25 Aralık 2013 Çarşamba

kim ulan bu jezabel?


"sessizce bir ciğara  yakardın,
parmaklarının ucunu yakardın.
kirpiklerini eğerek bakardın,
üşürdüm, içim ürperirdi
felaketim olurdu, ağlardım.
akşamlar bir roman gibi biterdi,
jezabel kanlar içinde yatardı.
limandan bir gemi giderdi
sen kalkıp ona giderdin.."



attilla ilhan'ın "üçüncü şahsın şiiri"ni bilmeyenimiz yoktur herhalde. sevelim sevmeyelim, atilla ilhan hala dizeleri en çok hatırlanan şairdir ülkemizde, en çok ezberlenen. 

ben şiirden nefret ederim tabii, şairleri kasıntı bulurum hep. hiç ilgim yoktur. 
 bunu niye yazdım peki? bu mısralar başlığıma adını veren jezabel isimli hatunun atilla ilhan kalemine düşüşünden dolayı buraya nakledildi. tutkunları okuyor bu şiir belki ama, jezabel de kim yahu? deyip merak ettiklerini pek sanmam.


ben biraz açacağım. zira, kendisi old testament dahilinde öyküsü dillendirilen sansasyonel kadınlardan birisidir. 
büyük israil krallığı ikiye bölünmüş, güneyde bir yahuda krallığı oluşmuştu. hükümranlık sırası ahab'ındır. lakin bu hakkı cebren ve hileyle alan ahab'ın ardında bir kadın vardır. jezabeldir o da. jezabel fenikeli pagan bir babanın prenses kızıdır. israile de statü gereği kraliçe olur. lakin kendisi ve eşinin iktidara gelişi hayli sancılı olduğu kadar, iktidar süreci de kanlı geçer. tevratın en korkunç kadın betimlemerinden olan jezebel, ülkeye putperestliği sokar.  fenikeli babasının (ki fenikelilerin en eski antik dönemlerde cennet ve cehennem inanışı taşıdıkları da bilirinir-aydınlık ve karanlık ülkeler olarak-) inanışlarını zaten zor ayakta duran israil monoteizmine sokar. biat kültürüyle yoğrulmuş kentler yeni tapınaklar görür. direnenler hunharca katledilir. baal uygulamaları nedeniyle bebekler ateşlerde yakılır. tanrının başka uluslardan kadınla evlenmeyi yasak ettirecek kadar kötü namlı bu kadın için, bir de kehanet yazılacaktır elbette. kehanete  göre jezabel bir kumpasa getirilip hayvanlarca parçalanarak ölecektir. 

gel zaman git zaman, yehu kral olur. amcasını bir ali cengiz oyunuyla iktidardan eden ahap ve karısından rövanşını almak istemektedir. kehanet uyarınca görev e yehudadır. 

hanım kızımız olağanca mağrurluğuyla saray camından dışarı bakarken, taze kral yehu tarafından camdan aşağı itilir. lakin hemen ölmez. aşağıdaki atlar talihsiz(!) kadının bedenini sürüklerken, köpekler de organlarını parça pinçik ederler. 
hayatı, yaşayışı ve hükümranlığı gibi ölümü de bi o kadar trajik olur (gelinliği kilometrelerce sürüklenecek kadar şaşalı düğün yapan prenses diananın ölümünün şarapnellerde bitmesi gibi) artık jezabel kanlar içinde yerde yatmaktadır.
hıristiyan ve yahudi vaazlerinde de kendisine yer edinen; delilah gibi havva gibi kötü muamele görmüş kadınlardan biri olmasının yanısıra, ilginç şekilde postmodern israil feministlerince desteklenir jezabel. feminizmle örtüşen neyi olduğu tartışıladursun, erkek eğemen bi dünyada kadın gücünü sembolize etmesi onun sivrilişine sebep olsa gerek..

17 Aralık 2013 Salı

yeti düzmecesi




yeti; popüler kültürde bilinen ismiyle kocaayak. gündelik kullanımda kendisine yer bulacak kadar kanıksanmış bir yakıştırma. ilk olarak, 1951’de everest’te görüldü. resmi bu; 

o andan sonra bir yeti fenomenidir aldı başını yürüdü. birbiri ardınca ihbar telefonları, hayali görgü tanığı ifadeleri gündem oluşturdu. amerikada yeti görenlerin sayısı hızla aratarak, olayın kökenindeki ülkedeki vakaları aştı. tabii, bilhassa insanlar korkmuşsa, görgü tanığı ifadeleri güvenilir olmaktan çıkar.
kıllı, günümüz insanından çok neanderthal insanı özelliklerinde, ayakları dev gibi olan kimi coğrafyalarda da kar adamı olarak bilinen bu canavar kendisini devasa ayak izleriyle ele veriyor. 
olayla ilgililerin, karda bulunan izlerin, karın erimesi ile ortaya çıkan bozuk şekillerde olduğunu söylediğini de unutmamak gerek. ormanda avlanırken random olarak bir çukur ayak izi gören çoğu amerikalı, kocaayağı gördüğünü iddia ediyor. ölüsü yok, dirisi de. ne hikmetse ayakizi var. kaldı ki, bugüne kadar gelebilmeleri için, birden fazla adette yaşamış olsa gerekler. şu klasik resimde görüldüğü şekilde tek tip değil.

tabii, insanlar böyle şeylere inanmak ister. “inansak ne çıkar ki?” deyip, merak edilebilir. lakin, olay bundan ibaret değil. bunun ardını, \"gizem turizmi\" denen şey oluşturuyor. amerikadaki tüm yeti vakaları, sistematik bir şekilde gündemde tutuluyor, ülkeye gizem avcısı çekebilmek için. 
daha da önemlisi, bir ara roy walles isimli bir adamın, bu kocayak izlerini kendisinin kalıp halinde yapmasını takiben, muhtelif yerlere bastığını itiraf etmesidir. ileride buradan geçecekler de, “vay amk, bu bir insan olamaz. yeti dedikleri şey olmasın usta?” deyü soracaklarmış.

roy denilen adam, ömrünü bu işe adamış evinin bodrumunda pek çok ayakizi kalıbı üretmiş, geceleri de bu ayakizlerini muhtelif yerlere basarak gizem yaratmış aklısıra. 



bildiğin eğlenmiş adam, üzerinden de güzel bir mit doğmuş. 
miti coniler sahiplenmiş., californiada çeşitli günlerde, kar adamını anmak için yürüyüşler düzenleniyor. 


bu da, olaydan beslenildiği için hit tutulduğu düşüncesini kuvvetlendiriyor. bir de, olayı sahiplenen amerikan dernekleri, yeti’yi korumak için bir mercii bile oluşturmamış. 

demem o ki, işgüzarın birileri bu miti sahiplenerek, para kazanmanın yolunu bulmuş. gizem avcıları da, hala kanıyor.

16 Aralık 2013 Pazartesi

Londra Kulesinin Gizi




bu, hafif tebessüm ettirip merak uyandıran başlığın altını, britanya tarihinin en kokuşmuş ve trajik olaylarından birisini anlatarak dolduracağım. 

amca richard'ın, 2 kardeşini tahttan uzak tutmak gayesiyle öldürtmesini konu ediniyor. 


15. asırdayız. britanyanın ihtişamının tüm hızıyla devam ettiği bu dönemde, meşhur lonrda kalesi/kulesi tutukevi olarak, sürgünevi olarak kullanılıyordu. tarih boyunca anne boleyn gibi bazı kraliyet efradından isimlerin de burada tutulduğu kulede, süpekteküler bir hadisenin daha üzeri örtülmüştü. 
beşinci edward'ın ölümü sonrası, v. richard'ın oğulları edward ve richard kardeşler tahtın yasal varisi idiler. lakin naiplik görevini üstlendiğinden, ülke idaresini sahiplenmişti. 

1483 yılında tahtı tamamen ele geçirmek için hamleler yapan richard, ileride william shakespeare'nin tragedyalarına konu olacak kadar sansasyonel bir plan uygulamaya koyar. buna göre naip richard, tahrın hakiki varislerini önce kuleye hapsedecek, sonra da ortadan kaldırarak tek adam olacaktır. 

edward bu süreçte rahmetli edward başganın eşini zina suçunu işlemek ve gayr-i meşru çocuk sahibi olmakla itham etti. kimdi bu gayr-i meşru çocuklar? pek tabii ki, istikbalin kralları olan bu iki kardeşti. 
kiliseyle de arası olduğundan, annenin zina suçu üzerine piç adı alan çocukların varislikleri de düştü elbette.
dünya richard zalımına kalmıştı artıkın. 
richard'ın tarihin köşe taşlarının altında gizlenmiş bu olayı, tutturduğu iki cellat ile yaptırdığı bilinir. cellatlar kuleye gelir, zindandan bebeleri çıkarıp canlarına kıyarlar. (bayezid'in suçun bağışla, kıyma bu kula, bi günahım hak bilür, devletlü sultanum baba)
thomas' moore'un anlatımına göre ise, richard'ın adamları çocukları gece yastıkla boğarak merdiven altına gömmüşlerdir. 

ilerleyen dönemlerde londra kulesinde yapılan restorasyonlarda, kulenin değişik yerlerinde bebek kemiklerine rastlanılması, bu tarihi söylenceyi realiteye dökmede bir kilometre taşı olsa gerek. hoş, süreç boyunca orada başka infazların da gerçekleştirildiği düşünülecek olursa, bu maktüller kraliyet ailesine ait olmayabilir de. 
öyküyü tasvir etmede, canlandırmada kullanılan çizimlerde de, çocukların mahsunluğu hayli güzel aksettirilmiş. 


15 Kasım 2013 Cuma

Pablo Escobar




öyle veya böyle tarihe damgasını vurmuş, sansasyonal etkiler bırakarak dimağlara kazınmış isimleri severim.
bunun adı pablo escobar da olsa. bizler sikko yaşamlarımız noktalarken, ardımızda çok şeyler bırakamayabiliriz. her ne kadar kötü üne de sahip olsa, pablo gibi  karakterler  hep anımsanır. 
 esasında, kötüler ve hatalar hatırlanır. taş gibi kaleciydi rüştü ama antalyadayken yediği o golle hatırlanacak hep.
neyse. escobar o meşhur uyuşturucu baronu.  hani adaşı andreas escobarı bi ulusal maçtan sonra vurduran. hani kolombiya dışına gönderilmesin diye kolombiya hükümetine hatta ve hatta meclis kararlarına etki edecek kadar güce sahip bi adam olan escobar. 



kendisinin fotograflarına baktığınızda, böyle bıyıklı kılı mılı bi aile babası imajı çiziyor. çocuk gibi motosiklete binerek arkadaşlarıyla dağda bayırda gezindiği görüntüleri de vardır.  gelgelim adam kızı üşümesin diye milyon dolarlarını şöminede yakacak kadar da iyi bir babaydı. 
pablo, halkın nabzını iyi tutuyordu. stadyumlar yapıyor, futbol takımlarına yardımlarda bulunuyor, arada okulları ziyaret ederek çocukların da gönlünü alıyordu. ne var ki aynı herif, politikacı ve bürokratlara etmediğini bırakmıyor, mallarını paymal ediyordu. zaten güney amerika ülkelerinde hayat bulmuş hukuk içtihatları kokuşmuş halde, adam elini kolunu sallayarak dilediğini yapıyordu.
istediğini göreve getirip, istediğini azlettiriyordu. halkın desteğini de ardında sürüklediğinden, devlet kendisiyle baş etmekte güçlüklerle karşılaşıyordu. her gelen başbakan escobar'ı durdurmaya çalışıyor ama boşa kürek sallıyordu. nihayet adamı yok etmenin kamu nazarında imajına çizmeklemümkün olacağı düşünülmüş olsa gerek ki, los pepes isimli bir kontrgerilla kuruldu ve escobar aleyhinde cinayetler işleyerek, prestiji sarsılmaya çalışıldı. hoş, herifin cenazesine yüzbinler katıldı, uğurlamak için.
birkaç kere içeri girdi pablo, ülkenin en iyi korunan hapisanesinden, 400 askerin gözleri önünde rahatça çıktı gitti. başkanlarla defalarca anlaşma yaptı ama hep caydı. en son hükümet kendisiyle baş edemeyince, amerikaya postalamak istedi. ama amerikadan it gibi korkuyordu. orada kan alacaklardı bir yerlerinden. o da ne yaptı? meclisin kendisi hakkında alacağı sürgün kararına etki etti. politikacıları ölümle tehdit etti :(
cia olaya el attı. los pepes'i kolombiya hükümetinin vücuda getirdiğini öğrenince pablo da kurtuldu tabii.


andreas escobar ile olan meseleye de bakalım. pablo escobar yasadışı bahisten deli para vurmuştu. nacional takımını el altından para yedirerek libertadores şampiyonu yaptığını alem biliyor bee. 
o yıl kupayı berezilya kazanacaktı, kolombiyada dünya kupası vizesi almıştı. 
savunmacı escobar,  bizimde yakından tanıdığımız cordoba'nın koruduğu kaleye, kendi kalesine bir gol atmış, takımını kupadan etmişti. maç sonrası demecinde ise, bayağı pişkin bir şekilde golden pişmanlık duyamayacağını belirtmişti. ulusal çapta bir futbolcunun bunu demesi biraz terso bi şey elbet, lakin adamın medellin de bir bar çıkışı  öldürülme nedeni, pablonun kolombiya takımına yüklü bir bahis oynamasıydı. ee bahsi kaybedince, gözünü kırpmadan harcadı andres'i.
işte o malum gol; 


tabii pablo da yaptığını ödedi. şu dava adamı denilen hırtolardaki "ben kanımın son damlasına kadar savaşırım!!" lakırdısı bunu da sarmıştı. polisle çatışırken  vuruldu bu da. polislerin keyfine diyecek yok;


eee adamın yakalanması açlıktan savaştan bile önce halledilmesi gereken bir problem olmuştu tabii.

görüşürüz pampalar..




26 Ekim 2013 Cumartesi

mesih'in doğasındaki çift başlılık


bayağı olmuş blogda yazmayalı. özlemişim. koca yaz tek başlık açmadan geçmiş. ondan olacak ki, uzun ve karmaşık bir konuyla geri dönüyorum.
 bu konunun görsel olarak süslenmesi kolay, hoş ikonlar buldum.
 öncelikle, diğer livresk inanç düzlemlerindeki bakış açısına göre tanrıya şirk koşmak olarak nitelendirilebilecek bir ayrıntıya gebe bu inancı, hırstiyanlığın baba tanrısının kainatındaki çeşitli zaman dilimlerinde, birbirinden bağımsız, bir o kadar da bağıntılı enkarnasyonlarına bakarak anlayabilmekteyiz. ben de zaten olayı, yeni antlaşmaya göre aktaracağım. 

 baba tanrı, tüm devirler boyunca, 2 defa manifestasyona uğramış, tezahür etmiştir. bunlardan ilki, tümden maddesel ve kaynaksal bağlamıyla kendisine has insan isa mesih'in bedeninde ete kemiğe bürünmüş olarak miladın sıfırıncı gününde enkarne olması;diğeri de, isanın öldükten üç gün sonra dirilmesiyle birlikte, kutsal ruh olarak gerçekleşmiştir. aslında bakılacak olursa isa, buradaki baba, oğul ve kutsal ruhu doğrudan karşılamaktadır. tanrının oğlu, aslında tanrının kendisi. hem baba, hem oğul yani. zira, çeşitli evrelerde bu titrleri kendisinde toplar. 
örneğin, diofizit görüş(isanın hem insan hem tanrı olduğunu söyler) ilk kelamı alışı, nebiliğinin başlangıcıyla "tanrı oldu" der ki yaklaşık olarak o sıralar 30 yaşındadır. monofizit görüş de der ki, dünyaya gelirken zaten tanrıydı. bu yüzden annesi bakire mary, "tanrı validesi" kabul edilir. kendisi tanrıyı doğurmuştur. zaten bakıldığında, yeni antlaşma da dediğimiz incil'in mentalitesi, tanrının insan silüetinde yarattığı insan tarafından çarmıha gerilmesini öngörür. (bunun uzun bir geçmişi var ama konuyu dağıtabilir) bunun gerekçesi ise, tanrının kendi yarattığı insanı cennetine alabilmek için, bir köprü oluşturma girişimidir.
 adem ile havva ölüm getiren o elmayı tattıklarında insan doğruyu ve yanlışı kavramıştı ancak iş işten geçmişti. bundan sonra tanrı kuluna darıldı, sündü. ve insan adenden dünyaya düştü. günah bir insandan, ölüm de günahtan sebep dünyaya girmişti. insan artık cenneti rüyasında bile göremeyecekti.
 ama inanç işte, ne var ki, tanrının kudretinin tecellisi için, bu düzen böyle sürüp gitmezdi.
 işte o dönemde, ebedi ve ezeli olan tanrı(mental olarak islam tanrısı gibi), kendisinden bir parçayı enkarne etti. tanrı parçalara ayrılamayacağından, bu parça doğrudan tanrının kendi menbaasından besleniyor ve tanrı gibi öze sahip. yani, doğacak her neyse, tanrıya ortak demektir. (şu halde, isa allahın doğasına ortak) yani, kadından olmakla birlikte, başlangıcı yoktur. bu isaydı. tanrı, isanın morfolojisinde yeryüzüne indi. toprağa ayak bastı. isa, baba tanrı'nın kendisini fani dünyada, cisimleşen açıklama şekli, avatarı, refleksiyonu oldu. isa bu nedenden tanrını oğlu kabul edilir.

 bundan sonra görev, christus doktrini yaymaktı. tanrı, işi sıkı tuttu; kendisinin bağrında yatanı öğretisini anlatması için görevlendirdi. isa  özel statüsü gereği, baba ile birdi. babadan olmasından sebep, tanrısal arkaplanı vardı, kadından doğmuş olmasından sebep  insanlarla aynı özdendi. ancak günahları hariç. tanrısal bağrı, onu günahsız kılıyordu.
 bunla birlikte, o yeryüzündeyken baba tanrı göksel babaydı. isa tanrıya dua eti. duayı eden isanın kul özüydü. duayı kabul eden ise, isanın tanrısal özü.. 

bundan sonra ise, geliş amacına binaen, çarmıhta can verir. çünkü çarmıhta can vermek demek, tanrı ile insan arasında lobi, bir bağ demekti. ne yaparsa yapsın günahkar kalacak olan insanın kurtulması için, birisinin onların tüm günahlarını üstlenmesi gerekti.  Artık tüm insanlar, isa mesih'e iman etmeleri sonucunda cennet kapısını aralayabileceklerdi. bu yüzden tanrı insan oldu. insan oldu ki çarmıha çıkabilsin, çarmıha çıktı ki ölebilsin. öldü ki, günahları bağışlatabilsin.
 isa seçildi çünkü o babasız dünyaya geldi. adem ile havva nın günahından münezzeh olarak, yaradılışın çamurundan uzak kaldı. isa tanrı olmalıydı ki, günahları sırtlanabilsin. bunu normal insan veya ölümlü bir peygamber gerçekleştiremezdi. isanın iki tabiatı çarmıha ilerledi. akan kanlar cennet için birer kefaret oldu. 
baba ile biricik kuzusu isa, işte bu noktada ayrılığa düştüler. zira, isa babasına beşeriyetin tüm günahını bağışlatırken, son siteminden dolayı günahkar oldu. isyan kokan kanları aktı. akan her bir damla, bereket getirdi ama babanın mizansenin devamı için, ondan ayrı kalması gerekti. bunla paralel olarak isa isyanını nihayet dile getirdi: "eli eli lema sevaktani". 
 baba kutsal doğası gereği günahla bir arada bulunamazdı. bundan sonra, isa'nın insani tabiatı, yani kul özü kişiliği bu günahından ötürü, tanrısal vahdaniyetinin gücü altında eridi, isanın dünyadayken babadan benlik olarak aşağı seviyedeki özü, ölümle birlikte kulluğu ortadan kalktığı için, gökte yüceltildi. birleşme söz konusu oldu. bu ise, faraklit di. yani tanrının ruhu... nihayetiyle, adem öldürdü, isa diriltti. bu sebepten isa'nın ölümü normal bir ölümden daha ötedir. oradaki ölü, tanrının naaşıdır.
işte buydu isanın allah olma süreci. iu hesaba göre mesih ne tam olarak insan, ne de peygamber. senin benim tapındığımız allah'ın kendisi..:)  
nefessiz anlattım allahıma :)

17 Ağustos 2013 Cumartesi

yahudiler neden zengin?

uzun uzun irdeleyeceğim. tüm duyduklarınızı, unutun! :):) asırlardır, varlıklı oldukları söylenen, pekçok siyasi ereğini zenginliklerinden doğan lobi aktiviteleriyle gerçekleştirdikleri öne sürülen yahudilere dair bir öndeyinin tarihsel backgrounda yatan ve çoğu kez yanlış anlaşılmış realitelerden bir tanesine, yahudilerin neden zengin olduklarına bir bakalım; ibraniler bu kadar zenginler miydi? neydi onları zengin eden? sanıldığı gibi para hırsının gözlerini bürüdüğü, terazilerinin, torbalarının eksik tarttığı esnaflar, tüccarlar olmaları mıydı? pek tabii değil. bunun için oldukça gerilere gitmek gerek. sanırım ilk neden, hıristiyan tebaası ile yaşadıkları sürtüşmelerdir.
milattan sonra 33'de, hıristiyan öğretisine göre, özel bir koşulda, hem tanrı hem insan olan isanın, roma valisi pontius pilatus'un gayretlerine karşın, yahudi yüksek meclisi tarafından çarmıhta gerilmesine karar kılınmıştı. ancak, isanın tanrısal kutu bulunduğundan, yahudiler hıristiyanların gözünde, bir değil; iki büyük günah işlediler. isanın yanısıra, doğrudan tanrıyı da cezalandırdılar. bu yüzden, ortaçağ ve rönesans süresince, hıristiyan alemindeki gelişmeler, herhangi bir şekilde yahudiler üzerinde etki göstermedi. rönesans avrupayı zindandan çıkardı ama, yahudiler için bu geçerli olmadı. husumet hala sürüyordu. bir musevi ayakkabı dükkanı açsa, günah olduğundan satış yapamıyordu. fırın açsa, aynı nedenden hıristiyanlara ekmek satamıyordu. hıristiyanlar okullar, akademiler, enstitüler açıyorlardı ama, geçmiş sürtüşmelerden sebep musevileri bu okullara kayıt etmiyorlardı. bu halde yahudiler, kıt kanaat geçinmelerine yetecek mesleklerden "istekleri dışında" uzak kaldılar. daha çok otonomluk ve serkeşlik tanıyacak daha kolay ve genelin tepkisini çekmeyecek meslekler aramaya başladılar.
bu devirlerde, pekçok nedenden sevilmeyen yahudi halkları, sıklıkla uygulanan: kıyım, holokost, sürgün ve pogrom olaylarından sebep, sürekli memleket değiştirmek zorunda kalıyorlardı. elhamra kararnamesi, kan iftirası, elza niyego olayı, allahbad olayı, ispanyol engizisyonu gibi.. bu belli başlı debdebeler, ilk olarak musevileri rusyadan sildi, otonom ispanyol engizsiyonu da sefarad yahudilerini ispanya'dan sürünce, henüz bir devletleri bile olmayan yahudilerin diaspora süreçleri hızlandı.
işte tüm bu kaos nedeniyle, yahudiler bir türlü sağlıklı ve oturmuş meslekler icra edemediler. çiftçi olan bir yahudi, gideceği yere mesleğini götüremezdi. oranın yerlisi buna müsaade kılmayabilirdi. ancak bir doktor olsa, mesleğini gittiği yerde pekala yerine getirebilirdi. bu nedenden yahudiler, öncelikli gayeleri olan aç kalmamak için daha süratli ve mekandan etkilenmeyecek meslekler yapmaya başladılar. zamanla kıytırık bir yahudi esnaf bile muhasebe işlerinden iyi anlar hale geldi. önemli krallar, saraylarında para işlerinden anlayan yahudi danışmanlar görevlendirmeye bile başladı. tüccarlık, bankerlik, avukatlık gibi meslekler zamanla yahudilerle özdeşleşmeye başladı ve onları zengin hale getirdi. ondördüncü asra ait bir efsanede, bir yahudi tüccarın avusturya arşidüküne yolladığı namenin altın kaplama olduğu; bu kaplamanın değerinin dönem arşidükünün servetinin üçte birine eşit olduğu bile yazılıydı. kuşkusuz ki bu muazzam bir servete işaret ediyordu.
ilerleyen yıllar, yahudilerde zenginleşmeyi beraberinde getirdi. gettolar da sürünen yahudiler ise, paydaşımcı musevi dininden sebep, hızlıca zenginleşmeye başladı. theodor herzl, 1897'de tertiplediği ilk siyonist kongre sonrası: "bugün fonları kurduk. 50 yıl içinde, israil devleti kurulacak, göreceksiniz!" dediğinde, yüzlerce zengin yahudiden gelecek yardımlar için, fonlar oluşturmaya başlanmıştı bile. bunla birlikte, salt zenginliğin kendilerini şaha kaldırmayacağını bilen yahudiler, bilimsel ve kültürel alanda da ciddi mesafe kat ettiler. son 105 yılda, 70 dolayında yahudi çeşitli alanlarda nobel e layık görüldü. azıcık nüfusuna ve yüzölçümüne rağmen, yahudiler muazzam ilerleme kaydettiler. artık köhne yahudi profilinden, dünyaya teknoloji ve telif satan bir toplum haline geldiler. levi strauss, henry ford gibi yatırımcılar; steven spielberg, kirk douglas, gibi sinematik isimler; lenin, ludwig wittgenstein, albert einstein sigmund freud gibi entelektüel düşünürler de, bu etnisitenin mental bağlamıyla uzantısı olarak lanse edildiler.
(lan bu rockfeller da ne çirkin adam be kardeşim) görüldüğü gibi, yahudileri zengin eden, onların hileci, ahlaksız gözlerini para hırsız bürümüş tüccar veya zanaatkarlar olmaları değildi. onları varsıllaştıran sözümona yahudiliği yok etmek üzere kurgulanan ve her daim ekmeklerine yağ süren, antisemitizm propaganda ve feci halde akıllı ve dayanışmaya açık olmalarıydı.

7 Temmuz 2013 Pazar

ispanyollar yavuz hırsız misali

bayılıyorum ispanyol konkistatorlere. bunlar kendilerine fatih derler.. amerika yerlileri ise, cani. neyse.. şarlken ölmeden önce kutsal roma cermen imparatorluğunu iki oğlu arasında bölüştürmüştü. sol tarafta ii. philip vardı. o meşhur yenilmez armadayı kurulmuş, ispanyolların denizlerde altınçağı başlamıştı. ilk olarak barthelemou dias ve ardından gama hindistana gitmişti. babamız hernan cortes de, colomb'u takiben aztek diyarına teşrif etmişti.
lakin, hernan cortes'in diğerlerinde olmayan bir avantajı vardı. kendisi aztek kültüründeki iki tanrıdan birine benziyordu. (yazarın nidası: vay amk!) son dönem aztek kralı montezumaydı ve aztek dinine çok düşkündü. azteklere göre iki tanrıları vardı ve bir ayrılık yaşadıktan sonra birisi yanlarında kalıp onları korurken, diğeri doğuya gitmişti ve kehanet uyarınca, ileride bembeyaz giysiler içerisinde, ata binmiş olarak dönecekti. at önemli.. zira, aztek ve maya medeniyetleri at görmeden yokoldular. pardon, gördüler ama karşılarında tanrı-hayvan karışımı bir şey olduğunu sanarak son buldular. cortes tam olarak beyazlar giyinmiş ve at üzerinde geldi bugünkü meksikaya. üstelik, tanrının mitteki tasvirine benzer şekilde, sakallıydı ve elinde kutsal sembol olan haç'ı taşıyordu bingoooo!
muhakkak o olmalıydı! kral mentezuma beklenen tanrının geldiğini sanarak, cortes'e yolları ağzına kadar açtı. hatta bugünkü meksiko city olan başkentlerine geldiğinde, oğullarını karşılamak için gönderdi. cortes yanındaki 15 süvarisi ve 400 kadar yaya piyadesiyle, azteklerin canına okudu. yanlış okumadın abicim, 15.. lakin, ilerleyen zamanlarda cortes ve elemanlarının bitmeyen az gözlülüğü, aztekleri canından bezdirdi ve "bu kadar leşçi adamlar tanrı manrı olamaz ustaaa!" diyerek, olayın farkına varıp, isyan fitilini ateşlediler. cortes ne mi yaptı? tanrılığını kullandı tabii. aldı kralı, azteklerin kalplerini çıkardıkları insanları kurban ettikleri piramitten aşağı attı.
bunu kaderi olarak değerlendiren kral zaten dünden razıydı, tüm tıbbi yardım tekliflerini geri çevirdi :(
evet, cortes isyanı kanlı bastırmıştı, şimdi kasa doldurulabilirdi. hem güneye inin dostum, orada da altın varmış.. ileride sizi tarih kitaplarına "fatih" diye yazacak torunlarınız.. azteklerin torunları meksikalılar "cani" veya "kasap" yazsalar ne dimi?

28 Haziran 2013 Cuma

mavi zemin üzerine üç zambak ve etienne

yine fantastik ve güzel bir tarihi konu ile sizlere sesleneceğim. kalplerinizi titretmeye geliyorum :) şu yukarıda gördüğünüz yakışıklı çocuk, dünya politik literatürünün arkada kalmış ama bir o kadar da garip nüanslarından birisinin altına imzasını çakmıştır. yakışıklı evet.. bakmayın tipik ortaçağ asili gibi yandan yandan poz verdiğine, bebek yüzü var kendisinin :) etienne bir fransız delikanlıdır. çocukların katıldığı haçlı seferlerinin organizatörüdür. evet, rolü bu.. ardarda haçlı seferleri düzenleniyor, sapkın birkaç hıristiyan tarikatı yok edilse de, islam devletlerine pek zarar verilemiyordu. en son etienne, marsilya dolaylarında elinde papaya verilmek üzere bir mektup taşıdığını söyleyerek ortaya çıktı. papa ise, kendisine ulaşma girişimlerini; "köyüne dön lan velet!" şeklinde yanıtlayarak reddetti. ama çocuğun ülküsü büyüktü ve bir çekirdek anlayışa oturtulmuştu. etienne, kendisine isa'nın bir mektup verdiğini; mektupta, günaha batmış erişkinler yerine, kendisi gibi saf ve temiz çocukların görevlendirildiği takdirde, haçlı seferlerinin başarıyla sonuçlanıp kudüs'ün alınabileceğini belirtiyordu.
etienne, papanın uyarısını dinlemedi tabii. tüm fransayı gezdi ve olayı anlattı. bayağı taraftar topladı. çoğu gönüllü olmak üzere, binlerce erkek ve kız çocuğu kutsal topraklar'a gitmek üzere inandırdı. hatta bir de müneccim edasıyla marsilya limanına vardıklarında, denizin musa'nın öyküsünde olduğu gibi ikiye ayrılacağını ve kutsal topraklara su üzerinde gideceklerini söyledi. etienne başlığına da adını verdiğim bir flama yaptı. bu, düz mavi zemin üzerine üç zambağın bulunduğu bir flamaydı ve kendisi isanın mektubuyla birlikte bunu, özel olarak gezindiği at arabasında taşıyordu. diğerleri mi? onlar yayaydılar tabi..
etienne ve kankaları gittikleri yerde sevinçle karşılanıyordu ama yaz aylarında yolculuk ettiklerinden, yöre halklarının kendilerine verecek pek bir şeyi kalmamıştı. bu da, bazı elemanlarında açlıktan telef olmasına neden oldu. marsilya limanına geldiklerinde, deniz yarılmadı söylendiği gibi. :( çucukların bir kısmı geri döndü bir kısmı "etienne ile sonuna kadar devam!" dedi. bir süre sonra tıkandılar tabii. ellerinden tutacak kimseleri yoktu öte yandan, kutsal topraklar beklemezdi. yakup'un, ishak'ın, isa'nın toprakları müslümanların elinde kan ağlıyordu. gençlerin yanına iki cenevizli denizci yanaştı ve tanrı rızası adına onları kutsal topraklara götüreceklerini söyledi. çocuklar hoplayıp zıpladılar. adamlar bunları gemilere bindirdileeeee ve alıp götürdüler. ama nereye? çocuklardan 18 yıl boyunca tek bir haber bile alınamadı. sonra doğudan gelen bir papaz; "onları o iki denizci cezayirde köle olarak sattı. mısırlılara, eyyubilere falan" deyince, tarihteki en büyük trajedilerden birisi daha öğrenilmiş oldu.. iş bu çocuk, isminin önüne aziz anlamına gelen "saint" unvanını aldı. "saint etienne" oldu. jean d'arc gibi o da çobandı ve onun gibi aziz oldu.. aynı isimler bir fransız kenti ve hatta futbol kulübü vardır. bunlara ismini, bu cesur yürekli çocuk verdi...

20 Haziran 2013 Perşembe

stigmata

stigmata.. mesihin yaralanmalarının kutsal tezahürü. nadir rastlanılan bir detay olarak kabul gören, ilginç bir inanıştır. yaklaşık 800 yıllık bir geçmişi olduğu, zihinsel hükmetme sonrası bedende vukuu bulduğu da söylenir. isa'nın çarmıhtaki son saatlerinde aldığı yaralar olduğu sanılıyor. mesih'in idam edilmek üzere geçtiği yol boyunca çarmıhı kendisine sabitleyen çivilerin bunlara sebep olduğunu söylememiz olası. etimolojik kökenine bakarsak, antik grekçede stigmata; tam olarak "damga" demektir. zamanla (yaklaşık 1000 yıl) damga anlamından, isa'nın çarmıha gerilmesinin mistik işaretlerine dönüşüverdi. incil'de, aziz pavlus'un galatya adıyla bilinen, o dönemki anadolu halkına yolladığı mektupta geçer. "bundan böyle kimse bana sorun çıkarmasın. çünkü ben, isa'nın yara izlerini bedenimde taşıyorum." (galatyalılar 6:12) gözlerinizi kaparsınız, muazzam bir ışık hüzmesi, ardından da mesihin yüzünü görürsünüz. aydınlık çöktüğünde ise, sağ ve solunuzda bir şeyler akıp duruyordur artık. nadir de olsa, gözyaşı döküldüğü de görülür. etki öylesine büyük ki, mesihin el ve ayak bilekleri böbrünüzde bile belli oluyor. başta katolik italyada anlatılagelen öyküler, katoliklerin yoğun olarak yaşadığı güney amerikada dolup taşmıştır.. aziz francesko, pavlus sonrası olayı yaşayanlardandır. ve isa'nın gönderdiği ışınlarla böbründe, yüzünde ve diğer birkaç değişik uzvunda bu yaraların oluştuğuna inanılıyor. olayı yaşayan katolik pio isimli bir başka aziz, hergün bir fincan kan kaybetse de, kan nakline ihtiyaç duymamış, hatta bu süreçte oluşan yaraların hiçbirisi miktop kapmamıştır. ilginçtir, kendisi hayatını kaybettiğinde, vücudunda yaraya rastlanılamadı. inanlılara göre, bu durum kendisinin hıristiyan alemine katkısının ölümü ile sonra ermesiyle ortadan kalktığı söylendi.

26 Mayıs 2013 Pazar

charles de gaulle suikasti



fransız kahraman ve cumhurbaşkanı; ihtilal dönemlerinden 20. asrın ortalarına dek pekçok kez rejim değişikliği yaşamış fransanın, beşinci cumhuriyetinin mimarı. hatta bu süreçte alınan başarısızlıklardan sonra, kendisinin köyüne gittiği bile bilinen ama yılmayan bir lider. charles de gauelle.

anlatacağım, charles de gaulle ye düzenlenen başarısız ve trajik suikast girişimidir. 


gaulle'nin cezayir'den fransız askeri ve tüccarını çekmesi üzerine; 1 milyon dolayında fransız evsiz ve işsiz kalmıştı. bundan hoşlanmayan sıradan fransız vatandaşı olan 4 arkadaş, emirleri altındaki  öğrencileri eğitip, ileride yapmayı planladıkları suikast'in ön safhasında görevli tutmuş; gaulleyi adım adım izlemeleri konusunda tembihlemişlerdi.
 bu 4 arkadaş, de gaulle'nin güvenlik önlemlerine ehemmiyet vermeyen bir lider olduğunu bildiklerinden; bir minibüs kiralayarak gaulle konvoyunun izleyeceği güzergah üzerine konuşlandılar. 1 arkadaşları da, tam de gaullenin konvoyu beklenilen sokağa girdiğinde elindeki gazete ile onlara işaret edecek; diğer 4 arkadaşta karşılarına geldiğinde konvoyu yaylım ateşine tabii tutacaktı. 

ancak, bir aksaklık helezonisi söz konusu oldu. zira; de gaulle'nin hem damadı hem asistanı olan bir  adam, trafiğin yoğun oldugu haberini alınca, aracın şoförüne bir başka güzergahı izlemesini söyledi. bu da, suikastçilerin işini aksattı. tam beklemedikleri sırada gelen konvoya olabildiğince ateş açmaya gayret ettiler. bu sırada gaulle'nin ekonomik istikrar sağladığı ülkenin; basit bir orta sınıf ailesi, sıradan bir öğle gezisi için yola koyulmuş; ve bu ateş çemberinin içerisine düşmüşlerdi; bu korkunç olaydan direksiyonlarını kırarak korunmuşlardı. olabildiğince acemi bu suikastçilerin sıktığı onca kurşunun; sadece 14'ü gaullenin aracına isabet etmişti. öyle ki; madam gaulle'nin saraydan çıkarken aracın bagajına koyduğu tavuklar bile, trajik olay sonunda hayattaydı. 

olayı takiben suikastçilerden bir tanesi makam aracını takip etti, ve iki tekerleğini patlattı ancak, başarılı makam şoförü onları atlatmayı başardı ve sağsalim cumhubaşkanını havaalanına yetiştirdi.

sonrasında ise; de gaulle bu olaydan fena halde rantla sağladı.  kendisi fransız sömürgesinden askeri çekmesi üzerine girişilen suikasti lehinde kullanıp; cumhurbaşkanı'nın özlük haklarını genişletti. suikastçilerden ikisini affedip, sadece 6 yıl hapis yatırırken; azmettirici ve makinalı tüfeği olayda kullanan arkadaşlarına acımadı, kurşuna dizdirdi.

william tell kimdir?




Bu kez de size, helvetyalı arbalet okçusu tell’i anlatacağım.  Şu meşhur İsviçreli halk kahramanını. İskoçların wallace’ı, Macarların rozsa’sı gibi..

Kayıtlar onun, yaklaşık olarak 13 ila 14. Yüzyıl arasında yaşadığına işaret ediyor. bunların hemen hemen tümü, İsviçre tabanlı.  Pek çok kültürde gördüğümüz, iyi ve kötü savaşının İsviçre Alplerindeki varyantının tam ortasında konuşlanıyor. Söylemem gerekirse;  tesla mı Edison mu?  Mozart mı Beethoven mı?  Hood mu tell mi? Sorularına sırasıyla; a, a, b yanıtlarını veriyorum. Neden b dediğimi, incelemem altında aktaracağım.

Tell robin hood’un aksine, klasik yay değil de tatar yayı  denen, ortaçağ’ın en iyi fırlatma araçlarından birisi olan arbaleti kullanır. Bu yayın görünüşü ve çalışma prensibi diğerlerinden farklıdır. Diğerini gererek attığınız gibi, omuz hizasında uzatırsınız. Lakin tatar yayı,  sapan atar gibi kullanılan,  karın hizasında fırlatılabilen bir ok tipidir.   Tell, bunu hem yapar, üretir; hem de kullanır.  William tell uri isimli Alplere bakan bir kantonda yaşar. Erken dönem folklörde, çiftçidir esasen. Hatta kimi köylü ayaklanmasında, başı çekmektedir. Öte yandan zenginden alıp fakire veren robin hood’un, sherwood ormanında hala hayatta olan o meşhur meşe ağacının üzerinde  yaveri küçük john ile birlikte konakladığını biliyoruz. 

Kahramanımızın düşmanı, Cermen kökenli vali geslerr’dir. Cermen imparatorluğunun gücünün Alplerdeki yansımasıdır. Öyküye göre birgün vali geslerr, kent meydanına ahalinin kendisine olan saygısını sınamak için, şapkasını astırır. Gelip geçen herkes, şapkaya selam vermekle mükelleftir. Lakin bir kişi bu normu çiğner. Tabii ki de, özgürlüğüne düşkün kahramanımız william’dır bu.

Evli ve bir çocuk babası (biyografilerin tipik son cümles) olan tell, birkaç kez daha aynı saygısızlığı yapınca, gesller kendisinin getirtilmesini ister. Cezasının idam olduğunu, sadece bir şartla kendisini affedebileceğini söyler. Der ki; “sen ki ok atışı saz çalışından da yaman bir delikanlısın.  Eline tek bir ok alıp, ağaç önünde dikilen oğlunun başında elmayı ortadan ikiye ayırabilir misin bakalım? Hıı?” der.

Çaresiz tell bu meydan okumayı kabul eder. Ve büyük gün gelir. Tell’in 12 yaşlarındaki oğlu (yaşını sallıyorum çizimlerde bu yaş aralığında betimlenmiş) başına bir elma yerleştirilerek,  babası william’ın 100 adım ötesinde bekletilir. Bu sırada telde olması gerekenden farkı olarak, 2 adet ok vardır. neden bir değil de 2 ok olduğu sonra anlaşılacaktır tabii.  Tell gerilir ve o meşhur elma hadisesini başarıyla noktalar. Elmayı şakkk diye ortadan ikiye böler.  Kendisinden beklenildiği gibi..

vali geslerr, “ben sana bir ok dedim, neden samatana iki ok koydun?” deyince tell, şayet ilkiyle elmayı ıskalayıp oğlumu vursaydım, intikam için ikinci okla seni vuracaktım!”  der. 
Bunun üzerine val igesler, kendisini hapse tıkar. Hikaye bu ya, bir gemiyle nakledilirken, tell kaçar. Ve  konağında elma yediği sıralarda yakaladığı valiyi okuyla deşer.. 

İş bu  öykü, Köroğlu efsanesindekine benzer şekilde kötücül bir vali figürü barındırıyor. Aynı zamanda, mesih’in çarmıha gerilişini engelleyemeyen Romalı yahudiye valisi pilatus gibi de. Herhalde öykü, başa çöreklenen mevcut otoriteye karşı halkı direniş bazında gazlayan bir öyküdür. Tabii bu amaç çok daha uzak coğrafyalarda yankı uyandırmıştır.


 William tell efsanesinin antolojisini ilk kez edebiyatımıza kazandıran isim jöntürk ahbullah cevdet'tir.  Kendisinin İskenderiye sürgünü sırasında edebiyata dahil olan eser, cevdet’in yoldaşları olan genç Osmanlılar tarafından çok fazla benimsenmiş, taraftar toplamıştır. Giyon tell ismiyle çevrilen eserde William tell’in vali geslerr’e karşı verdiği mücadele, özgürlük erdemlilik, garibana yardım gibi kisveler altında değer görmüştür.  Artık her jöntürk ve devamı niteliğindeki ittihat terakki partisi kurmayları kendilerini gesller’e karşı gelen tell gibi görmüş, gesller olarak ise karşılarına hamid’i almışlardır.

Vatansever İsviçrelilerin ballandırarak anlatmalarına karşı tell realitesi tartışmalı bir tarihi şahsiyettir. Şunu da belirtmek gerek ki, robin hood gibi tarih içinde taşıdığı amaçta değişiklikler görülmemiştir. Zaman zaman iyiye de düşman olan hood’un aksine tell, hep iyidir ve hep gesller’i devirir. Adına İsviçre müzelerinde sergilenen birkaç parça kişisel malzemesi ve ok, aynı meydanda onuruna yapılan heykelden başka pek bir İsviçre dışı dayanak yoktur. Tell, gerçekten de hiç yaşamamış olabilir.

 son olarak da, gioacchino rossini'nin, tell için yaptığı üvertür'ün finale bölümüyle veda ediyorum sizlere. bu besteyi bilmeyen yoktur herhalde;


Bence mi?

Elbette yaşadı.. bu tip insanların yaşamış olması gerekli .